26 Kasım 2006

06 - “İnternet” Kafeler...

İnternetin ülkemize girmesiyle birlikte, yaklaşık 5 – 6 yıl önce başlayan bir furyayla, her sokakta en az bir tane olacak şekilde açılan, o dönemde sahiplerine de oldukça iyi gelirler getiren “İnternet” Cafelerin şu anda kaçında “internet” bağlantısı var acaba..? Ya da olanlarda da chat ve oyun siteleri dışında girilen site var mı acaba..? Ne amaçla açılmışlardı..? Şimdi hangi amaca hizmet ediyorlar..?

Yıllar önce, bizim çocukluğumuzda “atari” oynamaya gidip cebimizdeki harçlığımızı kuruşuna kadar “jeton”lara harcadığımız “atari salonları” vardı... Saatlerce orada vakit geçirirdik.. Hele ki bayramlarda dolup taşardı... Bayram harçlıkları “jetonlara” yatırılırdı...

Şimdi bu oyunlar, “internet” cafelerde, ya bir kaç arkadaşın toplanıp bir grup oluşturduğu, internet bağlantısı olmadan kendi arasında oynayabildiği, ya da internetten bambaşka kişilerin dahil olduğu gruplarda oynanıyor... “İnternet” bu işin sadece “bağlantı”sında... Bir yandan da iş oldukça gelişti, farklı bir hal aldı... Atari salonlarından farklı olarak rahat koltuklar da var şimdi... Bu kez “saatlerce” oynanan “atari” oyunları yerlerini “sabaha kadar” oynanan oyunlara bıraktı...

Bir başka “internet” cafe hastalığı da “chat” yapmak... Başta “msn” olmak üzere, bir çok program kullanılarak kurulan “sanal” iletişim... Ne getirdi chat siteleri ve programları? Bir zamanlar gözlerin içine bakılarak söylenen sözler, artık “msn”den ya da cep telefonundan mesajla söylenmeye başlandı.. Artık aşklar ve ayrılıklar gözlerin içine bakılarak söylenmiyor, söylenemiyor... Sadece bunlar değil, bir çok konuda yüzyüze konuşmak yerine bu şekilde iletişim kurmayı tercih ediyor yeni nesil, ve “yüzyüze iletişim”den uzak bir nesil yetişiyor...

Bu işin bir başka yönü de arkadaşlık siteleri... Sitede kendi sayfanıza koyduğunuz bir kaç karizmatik ve çekici fotoğraf, bir de bir kaç güzel yazıyla süslenirse, en çok sizinle arkadaş olmak isterler... Sonra neler getirir bu arkadaşlılar, neler paylaşırsınız, ve size neler kazandırır... ???

Bu mudur “internet”in kullanımı tüm dünyada? Bunlar için mi kullanılır? İnsanlar öğrenmek istedikleri bir şeyleri araştırmazlar mı? Yeni şeyler öğrenmezler mi? E – posta yoluyla paylaşmazlar mı bilgilerini, belgelerini? “Gerektiği kadar” iletişim için kullanmazlar mı interneti? İhtiyaçlarını kolaylaştırmak için kullanmazlar mı?
Sadece Türkiye’de mi böyle bu durum..? Biz sadece çocuk pornosu, oyun ve arkadaşlık & chat siteleri için mi kullanmalıyız interneti... Sonra da dünyaya rezil oluruz sıralamalarda..

http://www.google.com/trends?q=child+porn

Ve bu duruma vesile olan “internet” cafe sahiplerinin duygularını da merak ediyorum... Görmüyorlar mı bu durumu? İnsanların maillerine bakmak ya da araştırma yapmak için değil de, oyun oynamak ya da “sanal” arkadaşlıklar ve iletişim kurmak için kullandığını interneti... Ve bunların çoğunlukla 12 – 18 yaş arası, en kritik yaşlarda olan çocuklar ve gençler olduğunu... Bana göre 18 yaşından küçüklere alkol satmaktan pek farkı yok bu durumun... Hatta daha da tehlikeli... Ruh hali, psikolojisi, insan ilişkileri bozulan bir nesil yetişiyor... Ve bunun en önemli vesilelerinden biri bilgisayar...

Dünyanın gelişmek ve büyümek için kullandığı bir buluşu daha, kendimizi, geleceğimizi, gençlerimizi heba etmek için kullanmayı başardık, helal olsun bize... Bütün Türk toplumuna...

NUR ERDEM ÖZEREN
26.11.2006

Aslında “internet” kafe olmalı, biliyorum, ama onlar adlandırılırken cafe olarak adlandırıldığı için öyle yazmanın daha doğru olduğunu düşündüm... Ayrıca bu mekanların gerçek amacı olan “internet” için kullanılmadığını düşündüğüm için de ısrarla tırnak içinde “internet” cafe...

05 - Ey Türk Şoförleri! Lütfen soldan gitmeyin...

Başta İstanbul trafiği olmak üzere, Türkiye’nin bir çok yerinde yaşanan trafik sorunlarının temelinde “Türk Şoförleri” olduğunu düşünüyorum. Kendine has kurallarıyla trafiğe renk katan, ve aslında ehliyet alırken hiç bir trafik kuralını öğrenmeden alan “Türk Şoförleri”.

İşimin İstanbul’da olması, ailemin ise Tekirdağ’da yaşaması nedeniyle sık sık gittiğim İstanbul – Tekirdağ arası yolda en sık karşılaştığım sorunu yazdım başlıkta... Bir “sol şerit” ısrarı var bizde... Sanki otobanda herkesin soldan gitmesi gerekiyor... Herkes kendini otobanın en hızlı şoförü sanıyor.

Oysa hızlı gitmek ne kadar trafik ihlaliyse, sol şeritten yavaş gitmek de o kadar trafik ihlali... O da trafiğin akışını bozan bir hareket... Sadece otobanda değil, İstanbul trafiğinde E – 5 veya TEM otoyolunda da sol şerit ısrarı devam ediyor. Şoförler kendini güvende hissediyor sol şeritte. Sadece sağ tarafı kontrol etmek yetiyor o zaman. En sağ şerit, en boş şerit. Sonra da “makas”lar başlıyor. Aslında asıl suç o “makas”ı yapanlarda değil, “sollamak” için kullanılması gereken “sol” şeridi mesken edinip, diğer şoförleri “sağ” şeridi “sağlamak” için kullanmak zorunda bırakan bu kişilerde.. (şimdi herkes benim bir trafik canavarı olduğumu düşünüyor)

Bir de kendinden emin sinyallerle şerit değiştirenler var... Sinyali verince o şeridin kendilerinin olduğunu zannederler... Arkadan gelen var mı, onun hızı önüne “atlanmaya” müsait midir, böyle şeyler onları ilgilendirmez...

Bir başka “yerinde” sinyal kullanımı da, sinyali “dönerken” verenlerden geliyor... Yavaşlar, nereye gideceğini anlayamazsınız, bir anda önünüze atlarken bakarsınız ki o anda sinyal vermiş, bunun da kuralları yerine getirmek olduğunu düşünür...

Herkes kendini yolların tamamının sahibi sanıyor. Yol ortasında yolcu indirip bindirenler buna çok güzel örnek bence... Başta otobüs, minibüs ve taksi şoförleri, yolu kaybetmemek adına, yolun orta yerinde durup yolcu indirip bindirirler... Sadece bir kaç saniye duruyorlar diye de arkadan korna yapana da “İki dakika sabredemiyor musun ...?” diye çıkışırlar...

İstanbul trafiğini zaman zaman kilitleyen bir başka olay da kazalardır... Ama asıl sıkışıklık sebebi kazanın yolu kapaması olmaz çoğu zaman, detayları merak eden, ve kaza mahallinin yanından geçerken yavaşlayıp durumu anlamaya çalışan Türk şoförleridir... Sanki durup kazaya müdahele ediyorlar... Kimse yavaşlayıp bakmasa trafik akıp gidecek aslında...

Bırakın yolda kaza olmasını... Kenara çekmiş ve dörtlülerini yakmış iki araç ya da yine yol kenarında park etmiş bir polis aracı da yeterlidir meraklı Türk şoförünün yavaşlayıp durumu incelemesi için...

Tüm bunların sebebi belli... Şu anda yollarda olan şoförlerin büyük çoğunluğu ehliyet kursuna bir yazılıp belgeleri vermeye, bir de ehliyetin kendisini almaya gittiler... Kimse trafik kurallarını öğrenmeyi düşünmedi bile... Zaten motor bilgisi de gerekmiyor, neredeyse tüm markalar ülkenin her yerine yol yardımı gönderiyor... İlk yardım bilmeye de gerek yok, yakınlardan bir yerden ambulans çağırdık mı, o da tamam...

Bir ayağını debriyajdan yavaşça kaldırırken, diğer ayağını frenden çekip aynı anda yavaşça gaza basabiliyorsan, bir de direksiyonu tuttun mu, bitmiştir şoförlük... Kurslara zaten gidilmiyor, ama bir çok baba da böyle öğretmiyor mu çocuğuna araba kullanmayı... Kaç kişi trafik kurallarını da öğretmeye çalışmıştır bugüne kadar..? Önceki neslin motor bilgisine diyeceğim yok, ama kaç baba ilk yardımı biliyor ki çocuğuna öğretsin...

NUR ERDEM ÖZEREN
26.11.2006

6 Kasım 2006

04 - Bir Devir Daha Sona Erdi... Kara Oğlan...

Hiç aklıma gelmezdi... 18 – 23 yaş arasını, gençliğimin en güzel yıllarını ekonomik krizler içinde ve sıkıntılarla geçirmeme, ve tüm ülkenin geçirmesine neden olduğunu düşündüğüm Bülent Ecevit’in ölümüne gözyaşı dökeceğim... Hiç aklıma gelmezdi...

Saat 1.. Televizyonda sadece haber kanalları ve bazı kanallar Bülent Ecevit’in ölümünden söz ediyor... Diğer kanallarsa normal akışına devam ediyor...

İki şey var dikkatimi çeken... Birincisi, yine ölünce kıymeti anlaşıldı bir insanın daha... Herkes çıkıp onun ne kadar iyi ve ne kadar önemli bir insan olduğunu söylüyor... Ben de dahil olmak üzere, şimdi daha yumuşak ve olumlu bakıyoruz herşeye... Acaba ne zaman öğreneceğiz bazı şeylerin değerini kaybetmeden anlamayı...

İkincisi, ve bence daha önemlisi, bu kadar basit miydi Bülent Ecevit olmak... Ölünce sadece haber kanalları mı kesmeliydi yayın akışını...

Yaptığı işlerin iyi mi kötü mü olduğunu değerlendirmek istemiyorum... Hele kişiliği, dürüstlüğü gibi konulara girmeyi hiç istemiyorum... Bunların hepsi zaten onu daha yakından tanıyanlar tarafından değinilecek ve detaylı konuşulacak şeyler...

Ben daha ziyade bu durumu değerlendirmek istiyorum... Gerçekten de bir devir daha kapandı... Ve bu devrin tamamen kapanmasına az kaldı... Turgut Özal ve Alparslan Türkeş’ten sonra şimdi de Bülent Ecevit’i kaybettik... Sırada “o döneme” ait iki kişi daha kaldı... Süleyman Demirel ve Necmettin Erbakan...

Hepsi de birbirinden farklı şeyleri savundular “yıllarca”... Beni hangisinin neyi savunduğu ilgilendirmiyor şu anda... Ama gerçekten “milyonları” arkasından sürüklemek herkesin yapabileceği şey değil.... İyi veya kötü yaptılar, ama hepsi de “bence” bu memlekete kalıcı bir çok “değer” bıraktılar... Eminim ki hepsi de gerçekten ülkeye ve millete hizmet etmek istediler yıllarca...

Ben “yeter artık sıkıldık bunlardan gitsinler artık” diyenlerden değildim hiç bir zaman... Değerini bilmek gerekip “bir şekilde” değerlendirmek gerekiyordu hepsini... Herşeyden önce hepsi birer “lider”di...

Bugünlerde çok konuşulan, her yerde sözü geçen “liderlik”, bu insanların hayatının parçasıydı... Ama bahsedildiği kadar yokluğu da hissedilen bir olgu bugünlerde “liderlik”...

Son bir kaç paragrafa bakınca, Demirel ve Erbakan’ı da dahil ettiğimi fark ettim “geçmiş zaman”la ilgili yazdıklarıma... Ben yine de “Allah başımızdan eksik etmesin” diye düşünüyorum bu insanları... Ne olursa olsun ülkeye hizmet etmek, herkesin yapabildiği ve aslında yeni nesilde “yapmak istediği” bir olgu değil... O kadar bireysel bakıyoruz ki herşeye artık... “Başkaları için” bir şeyler yapmak... Kaç kişinin böyle duyguları ve istekleri kaldı... Onlardan en azından bunu öğrenmeliyiz...

Şimdi cenazesini düşünüyorum Ecevit’in... Kaç kişi katılır... İnsanlar arkasından neler söyler... İçinden neler geçirir acaba... Ben hep bunu düşünürüm kendimle ilgili de... Sonra detaylı paylaşacağım bunu da...
Kaç kişi ne kadar takdir edip gerçekten “rahmetle” anacak Bülent Ecevit’i... Yaşarken düşünüp ona göre bir şeyler yapmak lazım bence...

Bana Ecevit’le ilgili geriye kalan, hafızama kazınmış, bugüne kadar en güçlü gördüğüm hali var gözümün önünde... Henüz TV’de o görüntüyü de görmedim... Ama sadece cümleyi söyleyince herkesin aklına gelip ne kadar doğru bir davranış olduğu hatırlanacaktır...

“Burası, devlete meydan okunacak yer değildir!”

NUR ERDEM ÖZEREN
06.11.2006