19 Aralık 2010

136 - DP'de "Yeni" Lider Arayışı

Çok bekleyemedim yazmak için… Aslında Ocak ortasında kurultay yapıldıktan sonra yeni lideri değerlendireceğim, ama şimdiden hareketlenen DP ve merkez sağda liderlik arayışındaki gelişmeleri değerlendirmek istedim…

Geçtiğimiz hafta CİNDORUK ve YILMAZ, Süleyman DEMİREL’i ziyaret ettiler ve çıkışta CİNDORUK bomba bir çıkışla ÇİLLER’in adaylığını destekleyeceğini açıkladı… Hemen akabinde Ahmet ÖZAL da çıktı ve “ÇİLLER aday olmazsa” aday olurum dedi…

Bu mudur? 2 yıldır CİNDORUK bunun için mi genel başkanlık yaptı? Bula bula ÇİLLER’i mi buldular bu işin başına getirecek? Umutları var mı acaba ÇİLLER’den?

Bu millet ÇİLLER’i kovarak gönderdi… Hem de YILMAZ ile kavga etmelerinden yorulduğu için… Şimdi YILMAZ buna olur mu diyecek? Sonra seçmen de tekrar oy mu verecek? Hayal kuruyorlar…

Koskoca Süleyman DEMİREL’in merkez sağın liderliğine ÇİLLER’i layık gördüğünü hiç sanmıyorum… Çünkü ÇİLLER’in de AĞAR’ın da seçilmesini tasvip etmediğini biliyorum…

Yazık ki, daha DYP ile (her ne kadar DP dense de) ANAP’ı birleştirmeyi başaramadılar ki, getirilecek hiçbir lider bu işi toparlamaya yetemeyecek gibi görünüyor… Çünkü ÇOK zaman kaybedildi…

Ayrıca bu yolda o kadar çok kişi küstürüldü ki ve halktan o kadar kopuk bir 2 sene geçti ki, kaybedilenlerin kazanılması çok zor…

Prof. Dr. Çağrı ERHAN’ın adı genel başkanlık için geçerken, bugün Prof. Dr. Numan KURTULMUŞ’la birlikte…

Prof. Dr. Süheyl BATUM’un adı genel başkanlık için geçerken, bugün CHP Genel Sekreteri…

70’lik hırsları ile CİNDORUK ve ekibi o kadar çok kişiyi küstürüp kaçırdı ki…

Birçok kişi gayet iyi biliyor ki, DP içindeki eski ANAP’lılar küskün… Çekim merkezi falan da değiller… Ama bu isme de, bu mirasa da, merkez sağ kavramına da yazık ettiler… En kötüsü de, Ergenekon’un direk yanlısı konumlandırmaları…

Keşke birilerini bulsalar da işi kurtarsalar, ama halk nezdinde bu işi kurtarabilecek isimlerden çok ötede isimleri düşünüyorlar…

Bir de bu son iki konunun üzerine, DEMİREL çıkıp açıklama yaparak, HABERAL ve ÖZKAN’ın seçim öncesi çıkarılmalarının kamuoyunu rahatlatacağını söylüyor… Şaşkınlıkla ve dehşetle karşıladığım HABERAL’ın genel başkan adaylığı duyumumu desteklercesine…

Aslında herkes biliyor görüşlerimi… Yazılarımdan da, konuşmalarımdan da…

Ben ÖZAL’la gözümü açtım siyasete… DEMİREL’le ve onun zekice politik söylemleriyle büyüdüm… ÇİLLER – YILMAZ’la soğudum siyasetten… Tayyip ERDOĞAN’la olgunlaştım ve profesyonel siyaset öğrendim… Ve son dönemde, Numan KURTULMUŞ’la tekrar ısındım siyasete ve alternatif üreten siyasete inancımı tazeledim…

Ama bugün bakıyorum da, ne DEMİREL’in işaret edeceği biri, ne ÇİLLER, ne YILMAZ, ne de bugün Numan KURTULMUŞ, merkez sağda bir lider olamaz…

Benim önerim aynı, M. Rifat HİSARCIKLIOĞLU… Ama o da “Başbakan’ının” sözünden çıkmıyor… Belki de “çıkamıyor”…

Yine de, yeri gelmişken, bence DP’ye bugün en makul lider adayı Prof. Dr. Numan KURTULMUŞ’tur… Başka türlü ne Numan Bey’in HAS Parti’si, ne DP’den hiçbir başarı beklenemez… Numan Bey ile ilgili görüşlerimi bir sonraki yazımda paylaşacağım…

Peki bunları neye dayandırarak söylüyorum? Onu da doktorada bir projem için yaptığım araştırma sonucu hazırladığım yazıyla sizlerle paylaşacağım…

Bugünün “sağ”ı AKP’dir, “sağ”ı merkeze çekmeyi başarmak artık daha da zorlaşmıştır… 2011’de de “merkez sağ” kavramı unutulmalıdır…

NUR ERDEM ÖZEREN

19.12.2010

16 Aralık 2010

135 - CHP’de Kurultay Var!

Nereden tutacağımı bilemiyorum… Hangi konuyu önce yazsam tereddütteyim…

Merkez sağda yeni lider arayışı, Numan KURTULMUŞ’un HAS Parti’si, yumurtalı eylemler, Güneydoğu’da iki dil talebi, Haziran seçimleri öngörülerim, Tekirdağ’ın “Tekirdağlı” vekilleri, üzerinden zaman geçmiş olsa da referandum yorumlarım, bedelli askerlik konusu, vb onlarca konu var gündemde ve benim yazmak için biriktirdiğim… Ve ben hangisini önce yazsam yayınlasam tereddüt içindeyim…

Ama hazır geçen hafta KILIÇDAROĞLU’na yüklenmişken ve bu yazı yayınlandığında CHP kendi kurultayını yapıyorken, CHP’ye öncelik vermekte fayda var diye düşündüm… BAYKAL olayıyla ilgili de yazı yazamamıştım, vesile olmuş olacak…

Çarşaf mı olsun blok mu? Bizde Tayyip ERDOĞAN da dahil olmak üzere tüm liderler için demokrasi işine geldiği yere kadar… BAYKAL da bir anda daha demokratik oluverdi… SARIGÜL’e yaptıklarını unuttu ve dedi ki; “Blok liste ayrıştırır, çarşaf liste bütünleştirir.” BAYKAL yıllarca blok liste uygularken parti ayrışmadı, şimdi KILIÇDAROĞLU uygularsa ayrışacak!

Ne çabuk unuttuk BAYKAL’ın nasıl gittiğini… O zaman çok ayıptı ya yaptıkları… Şimdi ayıp bitti mi? Akladı mı kendini? Deliller ortaya çıktı ve BAYKAL’ın o olayları gerçekleşmediği mi anlaşıldı? HAYIR! Unuttuk!

O gün de bugün gibi herkes “liderci”ydi… “BAYKAL’a destek” için Ankara’ya giden İl Başkanları, “KILIÇDAROĞLU’nun tek aday girmesi” kararı ile illerine döndüler… BAYKAL’ı unuttular…

Hasbelkader Genel Başkan olan KILIÇDAROĞLU, önce ayak oyunlarını daha iyi öğrenene kadar SAV’ı aldı yanına, işi öğrendi… Sonra bu kez KILIÇDAROĞLU SAV’ı SAV’sal bir hamleyle satıverdi…

Ne de olsa SAV, KILIÇDAROĞLU’nun seçilmesinin hemen ardından nasıl “şerefli” bir planla BAYKAL’ın yerine KILIÇDAROĞLU’nu Genel Başkan yaptığını ballandıra ballandıra anlatmıştı… Çok zekice siyasi planları nasıl uyguladığını anlattığı ropörtajı okumayanlar varsa; www.egedesonsoz.com sitesinde Ümit YALDIZ…

Sonra bir baktık, aynı SAV bugün BAYKAL’la aynı safta yer alıyor… Ne hikmetse… Bir partide herkes herkesi bu kadar mı kolay satar, ve bu kadar mı çabuk unutulur her şey?!

Cumartesi günü kongrede KILIÇDAROĞLU’nun karşısına Süheyl BATUM aday çıkartılıverirse hiç şaşırmam… Ama bence BAYKAL da SARIGÜL de KILIÇDAROĞLU’na bir seçim şans verip sonuçlarını görmek isteyeceklerdir…

Peki ne değişecek bu kongrede CHP’de? İsimler mi? Genel Başkan mı? Velev ki değiştiler… Bunlar önemli mi? Köklü bir değişiklik olacak mı CHP’de? Politikaları değişecek mi? İki kere doğuya gidip poşu takmaktan öte, çözüm üretmeye mi başlayacak Türkiye’min sorunlarına? Ne yazık ki bunların hiç biri olamayacak, parti içi çekişmeler dışında, bir işe yarayamayacak bu kurultay da…

Bu arada, BAYKAL’ın konusunun çok gündemde kalamamasının da kendimce tespit ettiğim sebebini paylaşmak istiyorum yeri gelmişken… Gerek siyasiler içinde, gerekse medyada o kadar çok aynı şeyi yapan kişi var ki, kimse çok fazla suçlayamadı BAYKAL’ı, üzerine gidemedi, kendileri ile ilgili korkularından…

Cumhuriyet “Halk” Partisi’nin; nasıl Cumhuriyet “Elit” Partisi gibi davrandığını, bu doğrultuda politikalar izlediğini, koskoca “Türkiye Cumhuriyeti 2011 Bütçesi” görüşülürken, bütçede eleştirecek şey bulamazmış gibi Kayseri Belediyesi’nden başka bir şey konuşamama basiretsizliğini gündeme almak istiyordum ama, onlara sonra değineceğiz artık… Sanki Faik ÖZTRAK bu partinin önemli bir ismi değilmiş gibi, değerlendirememelerine ayrıca değinmek lazım…

NUR ERDEM ÖZEREN

16.12.2010

11 Aralık 2010

134 - KILIÇDAROĞLU Balonu!

Evet tam olarak böyle düşünüyorum… Şişirilmiş bir balon olduğunu, ne muhalefet “lideri”, ne herhangi bir şeyin “lideri”, ne de Başbakan olma potansiyelinin kesinlikle olmadığını düşünüyorum KILIÇDAROĞLU’nda…

Klasik 2. Ecevit Dönemi gibi… Halk ve “Halk Partililer” 35 yıl boyunca İNÖNÜ’den sıkıldı, “Yeter artık senden bize hayır yok, bak senin yüzünden DP’ye de kaptırdık iktidarı” dedi, ve denize düştü, yılana sarıldı, hiçbir vasfı ve liderlik potansiyeli olmayan ECEVİT’e sarıldı…

Bugün de, halk ve “Halk Partililer” 18 yıl boyunca BAYKAL’dan sıkıldı, “Yeter artık senden bize hayır yok, bak senin yüzünden bir türlü iktidar bile düşünemez olduk” dedi, ve yine denize düştü, yılana sarıldı, hiçbir vasfı ve liderlik potansiyeli olmayan KILIÇDAROĞLU’na sarıldı…

Bu yazıyı ilk seçildiği gün de yazmak istiyordum, bu balonun sönmesini beklemeden yazmak isterdim, ama kısmet bugüneymiş… Yani aslında ben ilk çıktığı gün de böyle düşünüyordum..

Ama yine de bana bir şey öğretti… Diyordum ki eskiden, bir gün siyaset yaparsam, halkın karşısına geçip söylediğim yanlış bir şey olursa, özür dilerim…

Meğer ne kadar itibar kaybettiren bir şeymiş bu kadar çok özür dilemek… Özür dilemek büyüklük derler ya, KILIÇDAROĞLU çok büyük adam… Bir dediği bir dediğini tutmayan, ha bire özür dilemek zorunda kalan bir “lider” o…

Üstüne üstlük, genelde de özrü kabahatinden büyük olup, eline yüzüne bulaştıran biri o… Süper lider… Ama oy kullanamayan…

Çalışma arkadaşlarını da o kadar iyi seçiyor ki, onlar da ona bu konuda yardım edemiyor… Şaka gibi… Aslında çalışma arkadaşlarına bakınca, öyle çok da büyük bir devrim yapmadığını anlıyorsunuz zaten…

Önder SAV önceden de partiyi yönetiyordu, bir ay öncesinde de yönetiyordu… Ama bu kez işi daha zordu… Önceden sadece partiyi yönetiyordu, sonra hem partiyi hem KILIÇDAROĞLU’nu yönetmeye çalışıyordu… En azından önceden BAYKAL kendi kararlarının bir kısmını kendi veriyordu… E tabi parti liderliği belge araştırıp bulmaktan biraz daha zor…

SAV gitti Gürsel TEKİN geldi, bu kez de onun yönetimine girdi… Gibi geliyor bana…

“2. Ecevit”, “Gandi Kemal”, “Recep Bey” gibi PR değeri yüksek kelimelerle hayatımıza giren KILIÇDAROĞLU’nun CHP’ye öyle oy patlaması falan yaptırmayacağı bugünden belli… Ne iyi bir muhalefet olabiliyor, ne de bir Başbakan potansiyeli var… Yanılmayı çok istiyorum…

Sürekli özür dilemesi bir yana, içi dolu söylediği tek bir şey yok… Somut bir tane öneri yok… Hep aynı terane; “Biz gelirsek çözeriz!”…

İyi de Sayın KILIÇDAROĞLU; “Nasıl?” Halk bunu merak ediyor… Bu sorunları “nasıl” çözeceğinizi bir anlatsanız da biz de size oy versek.

Arada güzel şeyler de yapıyor Sayın KILIÇDAROĞLU, Güneydoğu’ya falan gidiyor, ama orada da diyor ki, “Hata sizin değil, bizim, suçlu biziz, size gelmedik”… Şimdi geldik, ne değiştirdik, ne değiştireceğiz? “Onu boş verin, oy verince görürsünüz…”

Mesela o bölgede yıllardır CHP’li olanlarla mı siyaset yapılıyor hala, yoksa KILIÇDAROĞLU oradaki “başarısızlık” için birilerini cezalandırdı mı acaba? Gerçekten ne değişti KILIÇDAROĞLU gelince CHP’de? Oya dönüşmesini bırakalım, iktidar olursa ne yapacak birçok sorunumuzla ilgili biliyor muyuz? Ben bir şey biliyorum, yanlışlıkla iktidar olursa “AF” çıkaracak… İşte size 2. ECEVİT… Aksini görmeyi çok istiyordum ama ne yazık ki böyle düşünüyorum…

Ben hiç umutlanmamıştım, hala da umudum yok kendisinden… Ama sanırım klasik “sol” lider denen şey böyle bir şey herhalde… İnönü… Ecevit… 2.İnönü… Bir BAYKAL farklıydı, o da partiyi milliyetçi sağ parti yaptı diye eleştiri alıyordu… Ama eleştirilecek daha çok lider var… Önümüzdeki yazılarda…

NUR ERDEM ÖZEREN

08.12.2010

2 Aralık 2010

133 - Sevilmek mi? Seçilmek mi?

Birkaç yıl önce bir yazı yazmıştım, Kadir HAS’ın ölümü ardından… Hayal ettiğim cenaze törenimle ilgili…

Çok insan olsun istiyorum, hepsi de içlerinden gelerek “haklarını helal etsinler” istiyorum, yaşlı ölsem de “keşke daha ölmeseydi, daha yapacak çok şeyi vardı” desinler, “bana da, bir yakınıma da şöyle bir faydası dokunmuştu” desin, içinden gelerek “Allah razı olsun” desin istiyorum...

Ve bu amaç doğrultusunda bir iş yapmaya çalışıyor, bu amaç doğrultusunda hedefler koyuyorum kendime hayatta…

Birkaç gün önce, İngiltere’nin efsane başbakanı Winston CHURCHILL’in hayat hikâyesinin filmini izledim… 2. Dünya Savaşı yıllarından İngiltere’nin zaferle çıkmasını sağlıyor, savaşın bitmesinin hemen ardından yapılan seçimi ise kaybediyor… Hem de büyük bir hezimetle…

Yeni Başbakan’a devir yapana kadar geçen sürede, halkın artık onu sevmediğini düşünerek, artık toplum içine çıkmak dahi istemiyor…

Devrin yapıldığı akşam, eşi birlikte gidecekleri bir opera için hazırlık yapıyor, Başbakanlık konutundan ayrılmasından sonraki ilk gideceği yer bu opera oluyor…

Yol boyunca huysuzluk yapan CHURCHILL, insanların içine çıkmak istemediği için gitmek istemiyor, ancak eşinin restine karşı koyamayıp salonda üst katta ona ayrılmış locada yerini alıyor…

Gösteri boyunca onu kimse fark etmiyor, ancak gösteri finalinde bir oyuncu onu takdim ediyor… “İngiltere’nin kurtarıcısı, ulusumuzun büyük lideri Winston CHURCHILL aramızda”…

Ve CHURCHILL, dakikalarca tüm salon tarafından ayakta alkışlanıyor… CHUCHILL’in mutluluk gözyaşları yüzünden süzülürken, tüm liderlerin ona imrenmesi gerektiğini düşünüyorum..

Günler sonra, bir zamanlar birilerinin Tabak, Asfalt, Bozkurt gibi lakaplar taktığı, ama aslında dünya iyisi, ahlaklı, dürüst, yurdum insan Osman Amcam vefat ediyor…

Haberi aldığımda ve cenaze gününde İstanbul’da iptal edemeyeceğim bir işim olduğundan gidemediğim için ÇOK üzülsem de, cenazeden haberler alınca mutlu oluyorum…

Bütün Tekirdağ yas tutuyordu, her siyasetçinin hayal ettiği bir cenazesi vardı çünkü…

Kimse arkasından kötü bir şey söyleyemiyordu… “Çok hizmeti oldu bu şehre” diyordu herkes… 2 dönem Belediye Başkanlığı’na rağmen, 3’e 5’e katlanmamış malvarlığı dürüstlüğünün kanıtıydı, herkes şimdi dile getiriyordu…

Pişman mıydık acaba şimdi onu seçmediğimize? Biz onu 3.ye seçmedik… Ama çok sevdik… Çünkü “gerçekten” içimizden biriydi… Halkın arasından çıkan Belediye Başkanı’ydı… Çakallık, tilki kurnazlığı yapmazdı…

Her ne kadar sonra taş döşemek için mahvedilmiş olsalar da, asfalt ve çamursuz sokaklarımızı da ona borçluyuz, sularımızın her gün akmaya başlamasını da… Sahilin dolgu sahasını da ona borçluyuz, insanların vakit geçirmeyi sevdiği suların aktığı parklarımızı da… Ve aslında 8,5 yılda yaptığı ama buraya yazamadığımız birçok şeyi de…

Tüm bu yazdıklarımı yazmayı düşünürken, aklıma başlıktaki soru takıldı… Seçilmek mi önemliydi, sevilmek mi?

Churchill de, Osman Amcam da tekrar seçilemedi belki, ama ikisi de hep sevildi…

Seçilememek önemli değildi aslında, o geçiciydi… Seçim bir kazanılır, bir kaybedilirdi… Ama sevgiyi bir kez kazanınca kolay kaybolmazdı..

Bence şimdi yönetici olanlar, gelecekte yönetici olmaya aday olanlar önce bu soruyu sormalılar kendilerine…

Önemli olan seçilmek değil, seçimden sonra da göğsünü gere gere gezebilmek halkın arasında… Önemli olan makamına değil, sana saygı göstermeleri insanların, seni sevmeleri… Makamından gücü herkes alır, ona güç vermek önemli olan…

NUR ERDEM ÖZEREN

02.12.2010

10 Ekim 2010

132 - Çare(Siz) SARIGÜL!

“Çare SARIGÜL”! Belki de Türk Siyasi Tarihi’nin en güzel “Gerilla Pazarlama” faaliyeti ile beyinlerimize kazınmıştı… Ama ne olduysa oldu, SARIGÜL ona gönül ve daha birçok şey verenleri sattı, yarı yolda bıraktı, çare olamadı…

İşin diğer tüm taraflarından önce, onunla yola çıkanların yerine kendimi koyup bakmak istiyorum… Çok yakından tanıdığım kişilerin de yerine koyarak kendimi…

Aylarca SARIGÜL de, onun adına şehirlerde örgütlenenler de, karış karış her yeri gezdiler, mitingler yaptılar, 2011’in Başbakan’ının Mustafa SARIGÜL olacağını anlatmaya çalıştılar…

Kendilerine o kadar güvendiler ki, mitinglerine milyonlar katılmış, üyelerinin sayısı AKP’yi de CHP’yi de geçmişti… Onlara göre…

Gümbür gümbür geliyoruz dediler, SARIGÜL’e de inandılar, onun Başbakan olacağına da, 2011’de kendilerinin “iktidar” olacağına da…

En önemlilerinden biri de, bu uğurda para da harcadılar, vakit de… Ve sonunda, para ve vakitlerini kaybetmeleri yanında, kolay kolay kazanılamayacak olan “siyasi itibar”larını da kaybettiler…

Neden? SARIGÜL vazgeçti diye… Tek başına karar verip, vazgeçti diye…

Daha 3 gün önce, İl Başkanları Toplantısı yaparak, partinin açılacağı tarihi veren ve vazgeçmediklerini söyleyen SARIGÜL, bir anda bir şey oldu ve vazgeçti…

Her zaman söylüyordum, hala da söylüyorum, bana göre hiç “samimi” olmayan SARIGÜL, Türkiye’nin “lideri” olmaya talip olacak bir “ahlak”a sahip değildi…

Boyalı saçlarına, yapılı dişlerine, solaryumlu cildine bakmadan “halkçı” söylemler söylerken daha bunu söylüyordum…

Şimdi gerçekten üzülüyorum ona inanıp onunla siyaset yapmak için yola çıkan ve hem paralarını hem zamanlarını hem siyasi itibarlarını kaybeden SARIGÜLcü arkadaşlarıma, büyüklerime…

Bu üzülme, acıma falan değil, yanlış anlaşılmamalı da, gerçekten empati yapıp kendimi onların yerine koyuyorum, çok üzülüyorum…

Gerçekten gücünü onlardan alıyor olsaydı, SARIGÜL vazgeçmezdi… Bu yola çıkarken onlara “sorar gibi” yaptı, vazgeçerken hiç kimseye sormadı…

Demek ki SARIGÜL gücünü ona inananlardan ve onunla bu yola baş koyanlardan almıyordu…

Gücünü verenler, “hop!” dediler… “Sen biraz dur bakalım… Senin durma zamanın geldi…” O da süt dökmüş kedi gibi “abi”lerini dinledi…

Böyle bir adamdan da medet umdu bir kısım… Bunu da bile bile belki…

Şimdi ne olacak peki? Onunla bu yola baş koyanların bir kısmı hemen AKP’ye falan geçiverdiler… Bazıları da CHP’ye geçti… “Hizmet aşkı”yla yanıp tutuştuklarından…

Ama birçok kişi de ortada kaldı… Onlar uzun süre siyaset yapamayacaklar… Ama SARIGÜL yapacak…

KILIÇDAROĞLU ile pazarlık yapacak… Milletvekili olup meclise girmek isteyecek belki… Ama daha da kesin olanı… Sırasını bekleyecek… Halk KILIÇDAROĞLU’nda bi şey olmayacağını anlayacak, bir kısım dönecek BAYKAL’a “kurtar bizi!” diyecek, bir kısım da dönecek SARIGÜL’e “kurtar bizi!” diyecek…

SARIGÜL de işte bu günleri bekleyecek… Ama “o gün” geldiğinde “hala” ona inanan birileri kalacak mı, iade – i itibar yapılacak mı, yoksa Türk Milleti yine unutacak mı bugün yaşadıklarını…? Bilmiyoruz…

Ama şu kesin ki, UZAN gibi SARIGÜL de bir saman alevi gibi yandı ve söndüler… AKP’ye alternatif de olamadılar, “çare” de olamadılar, muhalefet de olamadılar…

Geriye onlara inanan ve bugün ortada kalıp siyaset hayatlarını bitirmiş insanlar kaldı…

NUR ERDEM ÖZEREN

10.10.2010

14 Mart 2010

131 - Bankaların Utanç Tablosu

Bankalar 2009 karlarını açıkladılar… Peş peşe açıklıyorlar… GURURLA… Ama utanmaları gerekiyor bu tablolardan…

Geçtiğimiz Cuma günü TOBB Başkanı M.Rifat HİSARCIKLIOĞLU Tekirdağ Ticaret ve Sanayi Odası’nı ziyaret etti… ABİGEM’in açılışını yaptı… Esnaf ve tüccar temsilcileri dinledi, kadın ve genç girişimcilerle buluştu…

Derleri sordu… Birkaç kişi dile getirdi, başlarda herkes Rifat HİSARCIKLIOĞLU’na teşekkür etmekten sorunları dile getiremedi, sonra açıldık… Ben çıkışta dile getirebildim bire birde… Bizim adımıza bankaların karşısına geçip utanmaları gereken karları ile ekonomiye can vermeleri konusunda masaya vurmasını istedim…

Herkes aynı dertten muzdarip, “para yok”… Olanda çok para varmış, Tekirdağ’da bankada yatan mevduat 3 milyar lira… Ama KOBİler para bulamıyor…

Tüm Türkiye’de 2008’den 2009’a piyasadan dönen çek ve senet oranı % 15 artmışken, bu oran Tekirdağ’da % 59!

Peki neden? Gururla açıklanan karlardan… Riskli KOBİlerin borçlarını yeniden yapılandıramamasından, yeni kredilerle nakit akışını güçlendirememesinden, bu karı yapmak için tüm kredileri geri çağırıp KOBİ’nin gırtlağına yapışan bankalardan…

Ziraat Bankası Genel Müdürü, 2009 karları olan 3,5 milyar lirayı “yüzyılın karı” olarak açıkladı… Gururla açıkladı bunu… Sonra da ekledi, “geçen yıla göre verdiğimiz kredilerde % 20’ye yakın artış var…”

Sanki 2008’de çok kredi vermişler gibi, 2008’e göre kredilerimizi arttırdık, muslukları açtık dedi… Her banka gibi…

Son 5 yıla baktığımızda, karlar 2 ila 3 kat arasında arttı… Daha doğrusu, 5 yıl öncesine göre rakamlar bu yıl 2 ila 3 kat arası artış gösterdi…

2009 karlarına bakınca, ilk 7 banka 1 milyar liranın üzerinde kar açıkladı… Ziraat, Garanti, İş, Ak, Halk, Yapı Kredi ve Vakıfbank… Onları 500 milyon civarında karlarla Finans, Deniz ve Şeker izliyor…

İlk 10 banka toplam karı 18 Milyar lira civarı… Tüm bankaları ekleyince 20 milyar liranın üzerinde… 2005’te bu rakam 7,5 – 8 milyar lira…

Peki KOSGEB’in geçen yıl 150.000 KOBİ’ye verdiği kredi ne kadar? 3 Milyar lira civarında… Peki IMF ile kaç liranın pazarlığını yapıyoruz? 20 Milyar dolar… Peki batan kredilerin ya da kredi kartlarının toplamı ne kadar? Yani takipteki alacaklar ne kadar? 22 Milyar lira! Toplam kar ne kadar? 21 Milyar lira!

3,5 milyon kişi takipte… 1 milyonu kredi, 2,5’u kredi kartı… Sicil bitmiş yani… Çok daha fazlası da gecikmeli ödemelerle sicili kirletmiş durumda… 5 yılda kredi borçlusu tam “37 KAT” arttı… Toplam krediler % 9 artmış geçen yıla göre, takipteki alacaklar % 55…

Bankalar da tüm bu tabloya karşın, tüm sektörler kan ağlarken, bırakın kar etmeyi ya da en azından kafa kafaya yılı kapamayı, zarar açıklarken, bankalar gurur tablolarını paylaştılar bizimle…

Bankalar krizi daha derinleştirmekten başka bir işe yaramadılar bu dönemde… Toplumun kötüye gidişini dikkate almadan, tuz biber oldular kredilerde daha da sıkılaştırdıkları kriterlerle ve mevcut borçları geri çağırarak…

Peki, herkes zarar ederken, bankalar zarar etmeselerdi de, en azından kar da etmeselerdi, ne olurdu? Bu kriz bu derinlikte olur muydu?

Bu arada, 6 milyon kişinin banka ile hiç çalışmadığı da açıklandı geçtiğimiz günlerde… Bankalar tüm aksiyonlarını bu kişiler için alıyorlar.

Çok komünist hissettim kendimi bankaları bu kadar eleştirince… Ama Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı, Ankara’da İnşaat Mühendisleri Odası Genel Kurulu’nda konuşmasında tarihe geçecek söz söylemiş zaten… “Kapitalist sistem çökmüştür… Keşke Allahlı olsaydı da komünist olsaydık”…

NUR ERDEM ÖZEREN

14.03.2010

7 Mart 2010

130 - Miting! SARIGÜL Tekirdağ'da...

Az önce seçim süreci olmamasına rağmen bir miting izledim… Seçim sürecindeymişiz gibi hazırlanan… Mustafa SARIGÜL’ü…

Her zamanki gibiydi birçok şey… Tüm siyasi partilerin mitingleri gibi… Yani parası olan tüm siyasi partilerin mitingleri gibi…

Otobüslerle civar il ve ilçelerden insanlar gelmişti… Bu sefer biraz suyu çıkmış, daha zengin oluşum oluşunun verdiği duruşla belki de, Yozgat, Kastamonu gibi yerlerden de gelenler vardı…

Yine Tekirdağlıları görmekte zorlandık… İstanbul ve Trakya’dan il – ilçe teşkilatlarının özellikle kadın ve gençleri gelmişti…

Bu bir eleştiri mi? Çok da değil… Çünkü tüm partiler artık bu işi böyle yapıyor… Mesele o insanların inanıp bu oluşumun arkasından bir Pazar gününde buralara gelmeleri zaten… O da bir başarı.

Ama süre uzadıkça miting alanı boşalıyor… Her geçen dakika insanlar orayı terk ediyor… Muhtemel kaçıncıya dinliyorlar SARIGÜL’ü, o nedenle de, hazır gelmişken Tekirdağ’ı geziyorlar…

En önce gençlerden bir kalabalık, sloganlar atıyor, alkışlıyorlar… Profesyonelce hazırlanılmış, AKP kadar profesyonelce detaylar düşünülmüş organizasyonda… Zaten asıl başarı da seçim sürecinde olunmamasına rağmen bu kalabalığı bir şekilde yakalamış olmakta…

Evet, 5 – 6 bin kişi belki vardı orada… Maksimum 500’ü Tekirdağlı, onların da çoğunluğu benim gibi meraktan gidenler… İşte bu da, gümbür gümbür iktidara henüz koşmadığını gösteriyor belki de… Ama aynı zamanda sıradan bir parti olmadığını da…

Miting alanında bütün afişlerde “Değişim Gençliği” yazıyor… Herkes gençlere oynuyor… Genç nüfusun herkes farkında… Tüm siyasi partiler, oluşumlar… Ama hepsi hata yapıyor hala…

Hiçbir genci oluşumlarında doğru yerde konumlandırmıyorlar… Gençlerin tek derdinin işsizlik olduğunu sanıyorlar… Koşuşturan, bayrak asan gençlere devam…

Gelelim içeriğe… SARIGÜL yine konuşmanın yarısında iktidara, yarısında BAYKAL’a yüklendi… Kuyruk acısı aynen devam… İntikam ateşi yanmaya devam ediyor…

Bir ara dedi ki, “Gerçek CHPliler bizimle, şu anki CHP eski CHP değil”… İşte konumlandırmayı yaptı… Bunu söyledikten sonra istediğin kadar her partiden içimizde insanlar var de… İstediğin kadar herkesi kucakla…

BAYKAL’la uğraşmaya devam edersen, il – ilçe başkanların CHP ve DSP kökenli ise, istediğini söyle ortada veya sağda konumlanamazsın…

Yine de bu konudaki çırpınış devam ediyor… Süleyman DEMİREL’in yüz yıllık koruma müdürü Şükrü Bey transfer olmuş TDH’ye… Bir süredir ilçesinde Belediye Başkanı’ydı… Peki bu DEMİREL’in TDH’ye destek olduğunu mu gösterir? Kesinlikle hayır…

Yılların kurt siyasetçisi DEMİREL, her partide olduğu gibi burada da birilerini konumlandırdı… Her yerde kolu olsun isteğiyle… Ha DEMİREL’in destek olması işe yarar mı o da görece ama, merkez sağa yakınlığı gösterme aracıdır DEMİREL…

SARIGÜL’ün bu mitingde yaptığı en büyük hata ise, türbanlı bir bayanı bir yanına, başı açık bir bayanı diğer yanına alıp poz verip konuşma yapması…

Kullanmasak şunu? Olmaz mı? Sen bari yapma SARIGÜL… Bu kadar profesyonel siyaset yaparken, bunu yapmasanız olmaz mıydı?

Fikrim değişmedi Mustafa SARIGÜL’le ilgili… Aynı yapmacık konuşmalar, aynı solaryumlu cilt, aynı yapılmış dişler, aynı boyalı saçlar üzerine “Şoför Hakkı’nın Oğlu” desen de faydası yok…

Ama umarım barajı aşar ve AKP’ye bir “alternatif” olabilir… “Alternatif”e ihtiyaç var…

NUR ERDEM ÖZEREN

07.03.2010

21 Şubat 2010

129 - KoruMA! YasaMA! YürütME! YARgı!

Yasama, Yürütme, Yargı… Neden bu sırayla yazılır? Aslında Yasama Yürütme’nin, Yürütme de Yargı’nın üzerinde midir? Eğer bu sırayla gidersek, Türkiye için bu 3 “erk”in başına bir de ülkemizi her türlü düşmandan korumakla sorumlu TSK’yı koyabiliriz diye düşünüyorum…

İnanın bir vatandaş olarak, son dönemde yaşananları anlamakta güçlük çekiyorum… Tüm açıklamaları detaylarıyla dinleyen, söylenenleri araştıran ancak hukukçu olmayan biri olarak, işin hukuki boyutuyla ilgili yorum yapmayacağım…

Son dönemde yaşananlar, Yargı’yı orta yerden “yar”mış, bir kurumu, bir olguyu ve onunla ilgili itibarı yerle bir etmiştir…

Burada üç ayrı konu var irdelenmesi gereken… Birincisi, anlaşılan o ki kanunlarımız fazlasıyla tutarsız ve yoruma açık… İkincisi, yargı siyasallaşmış, kutuplaşmış, tarafsızlığını yitirmiş ve her kesim tarafından baskı altına alınmıştır… Üçüncüsü ve bence en önemlisi, Türk insanı ahlakını ve değerlerini yitirmiştir…

Bendeki ilk kanı, kanunlarımızın tutarsızlığı algısı… Bir Adalet Bakanı çıkıyor ve ilgili maddeler ile birlikte HSYK’nın bu konuda yetkisi olmadığından bahsediyor…

Aynı zamanda yargının en tepesindeki Yargıtay başkanı da açıklıyor, “arkadaşlarımızla değerlendirdik ve HSYK kararının hukuka uygun olduğuna karar verdik” diyor… Burada ilk sıkıntı, her ne kadar yüksek yargıçlar bile olsalar, bu kararın arkadaşlarla oybirliğiyle alınması ve açıklamada Adalet Bakanı’nın yaptığı gibi ilgili maddelerle hukuk dayanağının belirtilmemesi…

Ancak ikincisi, bu kararın uygulanıyor olması… Madem ki HSYK’nın böyle bir yetkisi yok, nasıl uygulanıyor?

Bu nasıl bir hukuk devletidir ki, hukukun en üst kurumlarının bile yetkileri yoruma açık! Bu kadar çelişkilerle dolu, bu kadar yoruma açık kanun olur mu? Böyle hukuk devleti olunur mu?

İkinci konuya gelirsek belki de çözeceğiz sorunu… Yargı siyasallaşmış, kutuplaşmış, tarafsızlığını yitirmiş ve her kesim tarafından baskı altına girmiştir… Bu çok doğru… En başta yürütme, siyaset, yargıya, hukuka müdahale etmektedir… Ancak burada tek sorun, Yürütme’nin müdahalesi değildir… Yargının ta kendisi de, içindeki bireyleri ile birlikte siyasallaşmıştır… Sorun şu ki, sadece siyaset hukuka karışmıyor, hukuk da hem hukuka hem siyasete karışıyor…

Yargıyı dokunulmaz kılmak isterken ve kutsal, siyaset üstü konumlandırmak isterken, bizzat yargı içinde ikilik yaratmak da yargının dokunulmazlığının ve kutsallığının kendi elleriyle yok edilmesidir…

Biz Türk halkı olarak artık hukukçuların tarafsızlığına ve bağımsızlığına olan inancımıza yitirdik… Çünkü gerçekten de, yargı içinde farklı görüşlere sahip hukukçuların varlığı ve buna göre kararlar aldığı resmen ayyuka çıkmıştır…

İnsanların taraflı olması kadar doğal bir şey yoktur… Bağımsız da olamayabilirler… Ama üzerlerine giydikleri roller ve statü tarafsız “olmayı” değil tarafsız “davranmayı” gerektiren hukukçuların hükümet yanlısı veya karşıtı olarak kendilerini konumlandırmaları kadar abes bir durum yoktur, ve depremin “yar”dığı yer de budur..

Zaten en temel sorun da, her biri birer “Türk İnsanı” olan bu kişilerin ahlakındaki derin “yar”ıklardır… Ben hukuku uygulayan kişilerin hükümet yanlısı veya karşıtı oluşa göre karar almasını yaşadıkları ahlak çöküntüsü olarak nitelendiriyorum…

Yıllardır siyasetçileri lekeledik durduk… Onlar şerefsiz, onlar hırsız, onlar çıkarcı, onlar ahlaksız dedik… Siyaseti öyle bir lekeledik ki, temiz siyasetçi bırakmadık…

Ama benim yıllardır savunduğum konuyu bugün siyasete diğer kurumlardan karışıldıkça gördük ki, aslında sorun siyasetçilerin değil, toplumun topyekün ahlakının bozulması… Siyasetçiler bu toplumun aynası diyordum, şimdi herkes ayna tutuyor ahlak çöküntümüze…

NUR ERDEM ÖZEREN

21.02.2010

14 Şubat 2010

128 - “Sevgi”liler Günü…

“Seni çok sevdiğimi söyleyerek başlamak istiyorum sözlerime… İyi ki varsın hayatımda… İyi ki benim sevgilimsin… Her şeyimsin… Bir tanemsin…

Yıllar önce hiç beklemezdim böyle biriyle karşılaşacağımı… Hayal bile edemezdim… Hayallerim yok olmuştu… Senin gibi birinin varlığına inanmıyordum…

Şimdi bakıyorum da geçmişe, iyi ki karşılaşmışım seninle… İyi ki yıllarımı seninle geçirmişim…

Tam da kimseye güvenmediğim zamanda çıktın karşıma… Artık kimsenin olamayacağımı, kimseyi sahiplenemeyeceğimi düşündüğüm zamanlarda…

Senden daha güzel gelmiyor kimse gözüme yıllardır… Güzellik geçici derdim, sen her geçen gün daha da güzel oluyorsun… Dünyanın en güzeli…

Her şeyinle benimken bile gizemini korumayı başardığın, saflığını ve masumiyetini hiç kaybetmediğin için belki de bu hissim…

Ama hepsinden önemlisi, hiç kaybetmediğin doğallığın seni eşsiz kılan…

Kalp atışlarım hala hızlı atabiliyor yanında, yıllar geçmiş olsa da üzerinden… Her gün seni görmeden duramıyorum hala… 24 saat geçince özlüyorum…

Kokun dünyanın en güzel kokusu, sesin dünyanın en güzel melodisi… Gözlerine bakmaya hala doyamıyorum… Dudaklarının tadı hiçbir şeye değişilmez… Teninin hissi dünyanın en vazgeçilmezi…

Giydiğin her kıyafetle başka güzel oluyorsun, kendine her dokunuşun başka biri yaratıyorsun, diğerinden daha güzel ve çekici…

Güzelliğinden önemlisi, zekanla her geçen gün tekrar tekrar hayran ediyorsun beni kendine… Zekanı doğru yerde kullanarak belki de…

Her sıkıştığım anda göremediğimi gösterdiğin, düşünemediğimi benim yerime düşündüğün için sana müteşekkirim…

Benim ilgi alanlarımla ilgilenip, benim bilmem gerekenleri benden önce öğrenerek olduğun destek için ne desem az kalır…

Ne zaman susup ne zaman konuşman gerektiğini benden daha iyi bilerek beni avucunun içinde tuttuğun için hayranım sana…

En çulsuz anımda da, en zengin anımda da benimle olduğun için, ve bana olan sevgin her iki durumda da aynı olduğu için sonsuza kadar bırakamam seni… Bırakmam…

Beklenti içinde olmadan, ben ne verebilirim diye düşünerek, her an her şeyi karşılık bekleyerek yapmadan yanımda oldun…

Asaletinle beni göklere taşıdığın, yanıma yakışan biri olurken benim de senin yanına yakışacak biri olmam için çaba sarf ettirdiğin için kendi ellerinle büyüttün beni…

Zamane kadınlarından olmayıp, ev kadınlığının ne olduğunu unutmadığın içinse, herkesten farkını gösterdin bana…

Her şeye rağmen “aile” denen kavramı herkesten kutsal saydığın için, gerçekten hayat arkadaşı oldun… Hayatımın en yakın arkadaşı…

Hepsinden ötesi, çocuğuma anne olduğun için, bu dünyaya verilebilecek en güzel eseri benimle birlikte işlediğin için seni seviyorum…”

Var mı böyle biri? Yok… Herhangi birinin hayatında var mı? Sanmıyorum… Geçici…

Hiçbir zaman yazamayacağımı düşündüğüm bir yazıyı, bugün hayal edip yazmayı denedim… Buraya kadar okuyup şimdi sizi hayal kırıklığına uğrattığım için özürlerimle…

Kaç yıl sonra olur bilmem… Bunları yazabileceğim birileri girene kadar hayatımda, ben kutlamıyorum “Sevgi”liler Günü’nü…

Gördüğüm o ki, yeni moda da olmasından mütevellit, kimse kutlamıyor… Yeni moda, sevgilisiz geçirmek sevgililer gününü… Kız kıza… Erkek erkeğe… Arkadaş arkadaşa… Olmayan sevgililer hatrına…

NUR ERDEM ÖZEREN

14.02.2010

8 Şubat 2010

127 - Bir Bankanın Duygu Sömürüsü…

Son günlerde ikinci versiyonu yayınlanmaya başladı artık… Ve ben de yazmadan duramadım… Bir bankanın çocukları bu şekilde kullanmasına izin verilmemeli ve buna birileri dur demeli…

İsmini söylememe gerek yok, zaten reklamı anlatınca anlayacaksınız… Reklam “Benim 2010’dan en büyük beklentim…” diye başlıyor…

Bir çocuk sesi fonda, bir çocuk tarafından çizilmiş ve boyanmış gibi görünen bir resim görüntüde…

İlk reklamda diyor ki çocuk, “benim en büyük beklentim abimin iş bulması”… Neymiş, abisi iş bulsun diye yapılması gereken süreç şu şekildeymiş… İnsanlar paralarını bankaya yatırsınmış, belki fabrika kurmak isteyen biri varmış, o gidip bankadan borç alıp fabrika kurarmış… Senaryoya bakın hizaya gelin…

Ben hemen bugün bu bankaya gidiyorum, fabrika kurmak istediğimi söyleyeceğim, belki verirler… Deneyeceğim şansımı…

Böyle bir saptırma, böyle bir çocuk istismarı olabilir mi? Bunu izleyen bir çocuk babasına “baba sen de fabrika kursana” demez mi? Fabrika kurmak bu kadar basitse benim babam niye kurmuyor demez mi? Der… O zihinle daha neler der ben düşünemiyorum…

Bunu izleyen abisi işsiz onlarca çocuk ne düşünür? Ne hisseder? İşsiz ağabeyler ne düşünür? Kendinize daha çok küfür ettirmenin ne anlamı var?

İkinci versiyon ondan da beter… Anne kullanılıyor bu sefer… Anne ile babayı birbirine düşürecek bir format var bu kez…

Bu kez çocuğun 2010’dan en büyük isteği annesinin daha güzel yemekler yapması… Bunun için annesinin daha büyük mutfağa ihtiyacı varmış… Daha büyük mutfak daha büyük evde olurmuş… Babası onlara mortgage ile daha büyük mutfaklı daha büyük bir ev alsınmış…

Süper hikaye… Onlar mortgage alabilsin diye parası olanlar yine bankaya parasını yatırsın ki, banka da babasına kredi versin bu çocuğun…

Ha sonunda da diyor ki, “bence babam annemi seviyor, ona büyük bir ev alabilir”…

Bu çocuğun hayalleri ile oynamak dışında, bir de annenin hayalleri ile oynanıyor reklamda… Gerçekten bilinçsiz bir anne çıkıp sen neden ev almıyorsun diye aile içi sorun çıkarmaz mı bu reklamdan sonra… Ki zaten istediği de bu bankanın, insanlar yeni ev almak için kredi talep etsin gelip…

Bunu izleyen çocuk babasına gidip sormaz mı, “sen bizi sevmiyor musun, neden bizim mutfağımız ve evimiz küçük?” diye…

Bir bankanın, kredi vermek uğruna, para toplamak uğruna, aile içinde sorun yaratabilecek, o çocuğun beyninde, bilinçaltında yer edecek derin düşüncelere sebep olacak böyle bir reklam yapması ne kadar doğru?

Bir çok reklam var, çocukları kullanan, bir şeylere özendiren… Ama bu kadar büyük yalanla da reklam olmaz… Hele ki çocukları kullanarak…

Sanki kimse fabrika kurup iş vermek istemiyor da, bankalar şimdi teşvik ediyor fabrika kurup yatırım yapmayı… Sanki insanlar bilmiyor mu hangi kriterlerle kime ne kadar kredi verdiğinizi… Bunun içine çocukları dahil etmenin manası ne?

Reklam sektöründe anlamsız yasaklar uygulayan kurumlar bu reklamları görmüyor mu? Herhalde görmüyor olacaklar ki, ikincisi çekiliyor...

Peki bu bankaların yöneticileri, reklamcıları nasıl içlerine sindiriyorlar çocuk istismarı yapmayı? Sanki arttı mı bankalarına gelenlerin sayısı… Arttıysa bile deydi mi o çocuklarda bıraktığınız izlere…

Eminim bunu yapanlar çocuk sahibi değiller ya da unutmuşlar çocukların nasıl şeylere ne kadar takıldıklarını…

Ha o işsiz abinin olduğu evleri, mutfağı ve kendisi küçük evleri yine hiç bilmiyorlar demek ki ya, ona hiç girmiyorum…

NUR ERDEM ÖZEREN

08.02.2010

5 Şubat 2010

125 - Asker... Askeriye... TSK... 2

Hayatımda ilk kez bir yazımı iki kez yazıyorum… Normalde başlarım, bir solukta yazarım tüm yazılarımı… Sonra da gerekirse yorumlara cevaben ikincisini yazarım…

Ama bu kez farklı bir şekilde, yanlış algıları belki gideririm umuduyla, ikinci bir “draft” yazıyorum aynı yazıma…

Türkiye’nin en dokunulmaz kurumu Askeriye… TSK… Din hakkında, Kur’an hakkında istediğinizi söyleyebilirsiniz… Tartışılır… Atatürk hakkında istediğinizi söyleyebilirsiniz… Tartışılır...

Ama Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında konuştuğunuz ya da yazdığınız anda içeri atılma tehlikeniz hat safhadadır…

Ben en çok TSK’yı eleştirirken tedirgin oluyorum… Hakkımda bir soruşturma, başıma bir bela, bir dava, bir ceza…

İşte bu paragrafta ne kadar haklı olduğumu, ama eksik kaldığımı anladım ilk yazıma gelen yorumlardan… Her zaman “ölümüne” ve “gözü kapalı” savunan birileri tarafından saldırıya uğrarsınız TSK hakkında konuşursanız…

Ama yine de yazmadan duramıyorum…

Devir AKP devri olmasa, hükümet askerle karşıt görüşlü görünen bir hükümet olsa, çok daha kolay olacak bence askeri eleştirmek…

Şimdi ne deseniz AKP yanlısı, ne deseniz devlet düşmanı, asker düşmanı ilan ediliveriyorsunuz… Ki yorumlar bu konuda da ne kadar haklı tedirginlik yaşadığımı gösterdi bana… Tam da dediğim gibi, askeri yıpratmak isteyen, AKP yanlısı, “onlardan biri” oldum…

Hala görülemiyor ki, gündem Kürt ve Demokrasi Açılımı’ndan Asker – AKP çatışmasına kaydıkça, AKP oyunu arttırmaya devam ediyor… Bunların hepsi stratejik hareketler…

Ha bu vesileyle, bir sonraki en güçlü Başbakan adayımız Rifat HİSARCIKLIOĞLU adı da resmileşti, hayırlı olsun…

Köksal TOPTAN’ın DP’ye transferi, Süheyl BATUM’un Devlet Bakanlığı, Kemal ALEMDAROĞLU ve Kemal GÜRÜZ’ün siyasete girişi, bir sonraki dönemin CHP – DP koalisyonu şimdiden hayırlı olsun…

Uydurma olup olmadığı tartışıladursun, yeni dönemin hükümetinin çatısını görmüş olduk şimdiden… 2003 falan hikaye… 2011 kabinesi o…

Darbe harekatı, balyoz operasyonu, adı her ne ise, gerçek olsa da olmasa da, askerin kendinde rejime el koyma hakkını her zaman gördüğü bir gerçek… Onlar bizim demokrasimizin, devletin bekasının bekçisi… Onlar bizim iç ve dış düşmanlara karşı bir numaralı koruyucularımız…

Ama sıkıntı şu ki, sorgulanması gereken bir kurumken TSK, olmadık şeylerini sorguluyor ve eleştiriyoruz… Ben kimsenin eleştirmediği, şu an gündeme getirmediği tarafından tutup gördüğüm, duyduğum, bildiğim tespitler yapacağım…

Konuyu ikiye ayırmak gerekiyor öncelikle… TSK üst düzey yönetimi; onun rejimin ve devletin bekasının bekçisi olma durumu… Diğeri de altlarda, şehirlerde bulunan komutanlar…

Ben bir asker torunuyum… Eleştirecek olanlara peşinen duyurulur… Hem de 70’lerdeki olaylarda, sorumlu olduğu cephanelikte kimvurduya giden bir askerin torunu…

İlk söylemek istediğim, ben Cumhuriyeti kuran TSK’yı özlüyor ve istiyorum… Çünkü biz TSK’yı hala o zamanki gibi “zannederek” seviyoruz, güveniyoruz, koruyoruz…

TSK ile ilgili en güncel büyük sorunumuz, düzenli darbe hali MGK aracılığı ile, beni dış güçlere karşı, içeride teröristlere karşı koruyamayan askerin siyasetle uğraşmasını istemiyorum…

Gerçekten derdi, görevi, amacı beni korumaksa TSK’nın, illa bir şeylerin karşısında duracaksa demokrasinin bekası için, hadi lütfen Amerika’nın ülkemizin yönetimi üzerindeki etkisi karşısında dursun!

Hadi istemediğimiz AB ve IMF karşısında dursun! Hadi vize kapısında köpek muamelesi görmemiz için AB’ye karşı ağırlığını koysun! İlla bizi iç ve dış güçlere karşı koruyacaksa, kimseye müdahale ettirmesin iç işlerimize!

Bunları yapsın ki, görelim gerçek gücünü… Gerçekten saygı duyalım o zaman yine eskisi gibi… Özlediğimiz, güvendiğimiz TSK olsun yine…

Bıraksın içeride kimin ülkeyi nasıl yönettiği ile ilgilenip darbe planları ve müdahale planları yapmayı… “Gerçekten” korusun bizi tehlikelere karşı! Darbe iddiaları yeni değil, güncel değil… Bugün gündeme getirince orduyu yıpratmaya çalışan adam ilan ediliyorsunuz… Gerek yok ki bu konuyu gündeme getirip eleştirmeye… Bu ülkede, dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir uygulama ile MGK diye bir kurul var… Darbeye ne hacet… Orada çözülüyor her şey.

Ama ne yapıyor TSK? Dikkat ediyor mu itibarına? Onu korumaya? Askere giden herkesin bir anda bakış açısı yerle bir olmuyor mu? Kendi elleriyle, askerlik yapan Türk gençlerini kurumdan soğutmayı başarıyor…

İşte burada ikinci sorun devreye giriyor… Şehirlerde, dağlarda, üst yönetimin bilmiyorum ne kadar kontrolünde ve bilgisi dahilinde ama, Türk gençliğinin askere ve TSK’ya sevgisini saygısını öldüren komutanlar var… Önce onlardan, ya da bu sistemden kurtulması lazım TSK’nın…

Çok yakın iki arkadaşım yakın geçmişte askere gitti ve yeni geldi… İkisi de ülke meseleleri ile ilgili… İkisi de duyarlı… Gelecekte bu ülke için güzel şeyler yapmak isteyen, hayalleri hedefleri olan… Biri TSK’ya tapan bir adamdı hatta…

Yıllardır her giden gelen benzer şeyler söyler de, daha detaylı değerlendiriyoruz son günlerde bu durumu bu arkadaşlarımla…

Sokaklarda onlarca insan aç gezerken, her gün tonlarca yemeği çöpe döken döktüren TSK…

Temizlik malzemelerini israf eden, sudan daha çok temizlik malzemesi kullanarak temizlik yapan yaptıran TSK…

Ere gelince üç kuruşun hesabını yapan, ama komutan eşlerinin altın günü için İstanbul’dan Kocaeli’ye helikopter kaldıran TSK…

Binlerce, milyonlarca lira değerindeki askeri mühimmatı, çürümeye bırakan ve bir de başına nöbete asker bırakan TSK…

Askeri leş gibi koğuşlarda üst üste yatıran, haftalarca susuz bırakıp temizlenmelerine izin vermeyen, ama komutanların ziyaretlerinde yerden tozu yalatan, komutanların yaşam çevrelerini temiz tutmak için askere eziyet eden TSK…

Oralarda harcanan her kuruş, çöpe giden her gram yemek, çürümeye yüz tutmuş kullanılmayan her bir mühimmat, bırakın günahını, benim eğitimim ve sağlığım için, yapacağım bir akademik araştırma için harcanabilecekken harcanamayan para demek.

Bu mu TSK’nın ülke ve millet sevgisi? O askerlik yapanlar bu ülke vatandaşı değil mi?

Kompleksli komutanların inisiyatifi ile anlamsız cezalara çarptırılıp ruh hali bozulup evine gönderilen askerler bu ülke vatandaşı değil mi?

Sivil hayatta bir “hiç” olacak kadar boş kafalı onlarca adam var aralarında, her askerin “şu askerlik bitsin de ben sana yapacağımı biliyorum” diyerek askerlikten soğumasına neden olan…

Hayatları boyunca ellerine geçirebildikleri tek dizginleri bu askerler karşısında kullanan, üstlerinde gördükleri zulmü astlarına yansıtıp kendilerince intikam alan ruh hali bozulmuş komutanlar…

İşte aynı komutanlar, maddi durumu iyi olmayan ve bu nedenle yakın bir ildeki daha donanımlı hastaneye gidemeyen askere inisiyatiflerini kullanmıyorlar…

Bu ve benzeri komutanlardan kurtulmadıkça TSK, askerlik görevini yapıp sivile dönen her Türk genci soğuyacak bu kurumdan…

Şapkayı önüne alıp düşünememek nedeniyle, eleştirmekten korkulan, eleştirilmekten hoşnut olmayan kurum olduğu sürece de bu gidiş devam edecek… İtibarı zedelenecek TSK’nın…

TSK ile ilgili toplumda da hep bir açıklama da vardır… Saçmalığı mantıksızlığı eğitim zannediyor halkımız… Hayatı boyunca pisuar görmemiş adamın eğitildiği iddia edilirken, eğitimli adamın da ruh hali bitiriliyor…

İşte bu eğitimli insanlar çözüm önerirse de cezalandırılıyorlar… TSK için, sistemin daha iyi olması için öneride bulunursan, Mehmetçik Hattını ararsan, senin o görevine son verilip, sen ondan akıllısın diye ceza alıyorsun…

Aldığı tek eğitim askeriye içindeki eğitim olan, dış dünya ile hiçbir bağlantısı olmayıp hayatı oradan ibaret zanneden komutanlarca yönetiliyor şehirlerde TSK… Onların kuralları ile…

Bizim saygı duyduğumuz, bu ülkeyi kuran, karakterli, adını dünyaya duyurmuş olan, ülkesi için canını verme pahasına savaşan ve zaferler kazanıp dünyaya adını yazdıran “Güçlü Türk Ordusu” bu değil ne yazık ki…

Bugün TSK, birbirini satan, içeriden bilgi sızdıran, kendi içinde kutuplaşıp kendi içinde kavga veren, birbirine güvenmeyen, birbirine arkasını dönmeye korkan askerlerle dolu…

Ve bu TSK, bugün ne yazık ki ülkeyi iç ve dış güçlere karşı koruyamaz durumda… Asıl karşısında durması gereken konularda masaya yumruğunu vuramaz durumda…

Ülkenin her köşesinde en merkezi, en güzel konumlu yerlerde konuşlanan TSK, her yıl bütçenin % 50’sini alıp kullanan TSK… Ama ülkenin 25 yıldır bitmeyen en büyük sorunu, TSK’nın gerek sahada gerek masada ağırlığını koyup bitirmesi gereken terör!

Kimse terörün aslında masa başındaki oyunlar nedeniyle, dış güçlerin ekonomik desteği nedeniyle, siyasi oyunlar nedeniyle bitmediğini söylemesin… Eğer TSK bir şeylere karışacaksa, ne MGK dinlesin, ne AKP, ne ABD, vursun masaya yumruğunu… 1919 sonrası bu ülkeyi kuran TSK gibi davransın… % 100 destek alsın halktan…

Ya da desin ki… Ben bana verilen bütçenin yarısı ile idare edecek kararlar alıyorum… Bu parayı eğitime ve sağlığa harcasın devletimiz… Desin… Bunu sağlasın… O zaman yine “kahraman” Türk Ordusu olsun…

Terörün çözümü bölgeye yatırımda desin… Bu insanların eğitiminde desin… Biz bunlar için komutanlarımızın zevk ve sefa için harcamalarından ve har vurup harman savrulan uygulamalardan, 800.000 geçici askerden vazgeçiyoruz desin…

Diyebiliyor mu? Diyemiyor… Benim şu anda yaptığım gibi eleştirenleri cezalandırıyor…

Türk Ceza Kanunu Madde 318.

1- Halkı, askerlik hizmetinden soğutacak etkinlikte teşvik veya telkinde bulunanlara veya propaganda yapanlara altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verilir.

2- Fiil, basın ve yayın yolu ile işlenirse ceza yarısı oranında artırılır.

Madde 4. (1) Ceza kanunlarını bilmemek mazeret sayılmaz.

Madde 4. (2) Ancak sakınamayacağı bir hata nedeniyle kanunu bilmediği için meşru sanarak bir suç işleyen kimse cezaen sorumlu olmaz.

Darbe Anayasası… Dokunulmazlık…

Hatta TSK’nın ya da TCK’nın cezalandırmasına da gerek kalmıyor, ölümüne savunucuları bizzat veriyor cezanızı…

TSK’nın hayrına olabilecek eleştirileri bile yaptırmayarak, “TSK hakkında konuşulmaz” diyerek kötülük yapıyorlar TSK’ya… Ama farkında değiller…

Hele ki böyle bir dönemde, her eleştiren TSK düşmanı, orduyu yıpratmak isteyen vatan haini, AKP yanlısı oluveriyor…

Sonumuz hayrola… Ama bunları söylemek, TSK’yı yıkıcı eleştirmek değil, TSK’yı daha iyi yerlere getirmek için konuşulması gereken şeyleri dile getirmek, bu ülkeyi seven herkesin yapması gereken şey…

Bence Atatürk de, Kur’an da TSK’dan daha dokunulmaz kavramlar… Ama biz onları rahat rahat konuşurken TSK’yı eleştiremiyoruz… Asıl konuşulması gerekenler konuşulmuyor…

TSK şapkayı önüne alsa… Neden bu kadar eleştirildiğini bir kendine sorsa… Askere gidip dönen gençlerde TSK ile ilgili bir algı çalışması yapsa… Nerede hata yaptığını kendine sorsa… Siyasete karışarak çözüm üretmeye çalışmasa… Halkın kayıtsız şartsız desteğini yine kazansa…

Zaten artık bu kadar konuşmadan, bu kadar haberden, bu kadar iftiradan sonra darbe de olmaz… Bari üst düzey komutanlar artık itibar yönetimine kafa yorsalar… Bunun için bir şeyler yapsalar… Hepimiz için daha iyi olmaz mı?

NUR ERDEM ÖZEREN

04.02.2010