27 Ocak 2010

126 - Geçmişin İzleri...

Yaşım gereği her gün başka bir arkadaşımın nişanlandığını, evlendiğini, çoluğa çocuğa karıştığını öğreniyorum… Benden yaşça biraz büyüklerin ise evlilik bitirmelerini…

Evlilik kurumunun her geçen gün daha da yıprandığını, boşanmaların her geçen gün arttığını, bırakın yeni nesli, 50’li yaşlarındakilerin bile boşanma davalarında koşuşturduğunu her geçen gün görürken, insanlar nasıl evlilik kararları alıyorlar merakla irdeliyorum…

Dedim ya, bu aralar herkes evleniyor… Kar kış demiyorlar, yazı kışı beklemiyorlar, hayatlarının insanlarını buldukları mutluluğuyla nikah masasına koşuyorlar… Ama yazık ki, sonra boşanacaklar… Bu kez koşa koşa mahkeme kapılarına gidecekler…

Artık kimsenin kimseye eskisi kadar tahammülü kalmadı… Herkeste bir özgürlük, herkeste bir tek başına hayat tutkusu… Bu duygu her yerimizi sarmışken de, “biz” olmak denen şeyi öğrenemiyor, evlilikleri “biz” üzerine kuramıyoruz..

Evlilik sırasında yapılan anlaşmalar, mal paylaşımları, daha başlarken “ayrılığı” düşünerek yapılan planlar…

Ama asıl en büyük sıkıntı, insanların birbirlerine olan saygılarının yok olması… Bir bakın eski sinema filmlerine, bir bakın eski şarkıların sözlerine… Saygı dolu…

Şimdi ise, bırakın sevgiliyi, büyüklere, öğretmenlere saygı kalmadı… Bu durumda da evleneceğiniz insana saygınız olmadan kurulan, temeli sallantılı evlilikler yapılıyor…

Aslında herkesin evlenirken, evlilik planları yaparken hedefi aynı… Sevdiğinin beğenmediği şeyleri değiştirme hedefi…

Olduğu gibi kabul ediyormuş gibi görünüyoruz, aslında onu sevdiğimiz halini unutuyor, olmasını istediğimiz halinin çalışmalarını yapıyoruz…

Sosyal ortamlarda tanışıyoruz, onun o halini severek evlilik kararı alıyoruz, sonra sosyalleşmesinden vazgeçmesini istiyoruz…

Bütün bunlar neden? Kabul ettiğimizi sandığımız, kabul ediyormuş gibi göründüğümüz, belki bir dönem görmezden geldiğimiz, ama gün gelince ortaya çıkardığımız geçmişimiz…

Artık herkesin bir geçmişi var… Evlenen herkesin bir aşk, sevgililik, belki evliliğin önünden dönüş hikâyesi, geçmişi var…

Zamanla herkesin karşısına çıkıyor geçmişin izleri… Hem karşısındakinin geçmişi, hem kendi geçmişi…

Moralin en bozuk olduğu anlarda, geçmişteki güzel günler akla geliyor, “acaba yanlış seçim mi yaptım?” diye sorgulamalar başlıyor…

Bu gelgitler, karşılaştırmalar, ilk tartışmada dökülüveriyor dudaklardan… Va hayatın her alanında karşılaştırmalar, geçmişin izleri ile bugünü kıyaslamalar başlıyor… Geçmişteki kötüler değil, iyiler hatırlanıyor…

Ya da eşimizin geçmişi mıkırdanmaya başlıyor içeride… Kör olan gözler açıldıkça, görmediklerin görülmeye başlanıyor…

Başlarda anlayışla karşılanan, karşılanır”mış gibi” yapılan geçmişteki sevgililer, ara bozulunca ilk koz oluyor kullanılan…

Girilen bir ortamda karşılaşılıyor, taraflardan biri altüst olabiliyor, belli etmek istemedikçe daha da batıyor…

Ve eşimizin bir zamanlar hazmettiğimiz ve unuttuğumuz geçmişi, izlerini yüzümüze vuruyor…

Bu sadece geçmişteki ilişkilerle ilgili değil, tanışılma dönemindeki maddi duruyla ilgili de ortaya çıkıyor… Kirlenmiş laflar ortaya çıkıyor…

Bütün bunlardan sonra da, kurtar kurtarabilirsen evliliği… Zaten derinlerde olan geçmişin izleri, derin yaralar açıyor dokundukça… Böyle böyle de temelleri sarsılıyor evliliklerin…

Ah eskiden… Böyle miymiş? Herkes gözünü bir kişiyle açıp, bir kişiyle kapıyormuş… Olmayan geçmişin izi de olmuyormuş bugünde… Hangisi daha doğru? Hangisi daha güzel?

NUR ERDEM ÖZEREN

26.01.2010

24 Ocak 2010

125 - Asker... Askeriye... TSK...

Türkiye’nin en dokunulmaz kurumu Askeriye… TSK… Din hakkında, Kur’an hakkında istediğinizi söyleyebilirsiniz… Tartışılır… Atatürk hakkında istediğinizi söyleyebilirsiniz… Tartışılır… Ama Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında konuştuğunuz ya da yazdığınız anda içeri atılma tehlikeniz hat safhadadır…

Ben en çok TSK’yı eleştirirken tedirgin oluyorum… Hakkımda bir soruşturma, başıma bir bela, bir dava, bir ceza…

Ama yine de yazmadan duramıyorum…

Devir AKP devri olmasa, hükümet askerle karşıt görüşlü görünen bir hükümet olsa, çok daha kolay olacak bence askeri eleştirmek…

Şimdi ne deseniz AKP yanlısı, ne deseniz devlet düşmanı, asker düşmanı ilan ediliveriyorsunuz…

Hala görülemiyor ki, gündem Kürt ve Demokrasi Açılımı’ndan Asker – AKP çatışmasına kaydıkça, AKP oyunu arttırmaya devam ediyor… Bunların hepsi stratejik hareketler…

Ha bu vesileyle, bir sonraki en güçlü Başbakan adayımız Rifat HİSARCIKLIOĞLU adı da resmileşti, hayırlı olsun…

Köksal TOPTAN’ın DP’ye transferi, Süheyl BATUM’un Devlet Bakanlığı, Kemal ALEMDAROĞLU ve Kemal GÜRÜZ’ün siyasete girişi, bir sonraki dönemin CHP – DP koalisyonu şimdiden hayırlı olsun…

Uydurma olup olmadığı tartışıladursun, yeni dönemin hükümetinin çatısını görmüş olduk şimdiden… 2003 falan hikaye… 2011 kabinesi o…

Darbe harekatı, balyoz operasyonu, adı her ne ise, gerçek olsa da olmasa da, askerin kendinde rejime el koyma hakkını her zaman gördüğü bir gerçek… Onlar bizim demokrasimizin, devletin bekasının bekçisi… Onlar bizim iç ve dış düşmanlara karşı bir numaralı koruyucularımız…

Ben öyle görmüyorum… Öyle olmasını da istemiyorum… Beni dış güçlere karşı, içeride teröristlere karşı koruyamayan askerin siyasetle uğraşmasını istemiyorum…

Çok meraklıysa beni korumaya, illa bir şeylerin karşısında duracaksa demokrasinin bekası için, hadi Amerika’nın ülkemizin yönetimi üzerindeki etkisi karşısında dursun!

Hadi istemediğimiz AB ve IMF karşısında dursun! Hadi vize kapısında köpek muamelesi görmemiz için AB’ye karşı ağırlığını koysun!

İlla bizi iç ve dış güçlere karşı koruyacaksa, kimseye müdahale ettirmesin iç işlerimize! Hadi… Hadi TSK…

Bunları yap ki, görelim gerçek gücünü… Gerçekten saygı duyalım o zaman…

Bırak içeride kimin ülkeyi nasıl yönettiği ile ilgilenip darbe planları ve müdahale planları yapmayı… “Gerçekten” koru bizi tehlikelere karşı!

Ama öyle mi yapıyor TSK… Askere giden herkesin bir anda bakış açısı yerle bir olmuyor mu?

Benim çok yakın iki arkadaşım askere gitti ve yeni geldi… Yani biri geçen hafta, diğeri Mayıs’ta… İkisi de ülke meseleleri ile ilgili… İkisi de duyarlı… Gelecekte bu ülke için güzel şeyler yapmak isteyen, hayalleri hedefleri olan… Biri TSK’ya tapan bir adamdı hatta…

Yıllardır her giden gelen benzer şeyler söyler de, daha detaylı değerlendiriyoruz son günlerde bu durumu bu arkadaşlarımla…

Sokaklarda onlarca insan aç gezerken, her gün tonlarca yemeği çöpe döken döktüren TSK…

Ere gelince üç kuruşun hesabını yapan, ama komutan eşlerinin altın günü için İstanbul’dan Kocaeli’ye helikopter kaldıran TSK…

Askeri leş gibi koğuşlarda üst üste yatıran, haftalarca susuz bırakıp temizlenmelerine izin vermeyen, ama komutanların ziyaretlerinde yerden tozu yalatan, komutanların yaşam çevrelerini temiz tutmak için askere eziyet eden TSK…

Bu mu TSK’nın ülke ve millet sevgisi? O askerlik yapanlar bu ülke vatandaşı değil mi?

Kompleksli komutanların inisiyatifi ile anlamsız cezalara çarptırılıp ruh hali bozulup evine gönderilen askerler bu ülke vatandaşı değil mi?

Sivil hayatta bir “hiç” olacak kadar boş kafalı onlarca adam var aralarında, her askerin “şu askerlik bitsin de ben sana yapacağımı biliyorum” diyerek askerlikten soğumasına neden olan…

Hayatları boyunca ellerine geçirebildikleri tek dizginleri bu askerler karşısında kullanan, üstlerinde gördükleri zulmü astlarına yansıtıp kendilerince intikam alan ruh hali bozulmuş komutanlar…

İşte aynı komutanlar, maddi durumu iyi olmayan ve bu nedenle yakın bir ildeki daha donanımlı hastaneye gidemeyen askere inisiyatiflerini kullanmıyorlar…

TSK ile ilgili toplumda da hep bir açıklama da vardır… Saçmalığı mantıksızlığı eğitim zannediyor halkımız… Hayatı boyunca pisuar görmemiş adamın eğitildiği iddia edilirken, eğitimli adamın da ruh hali bitiriliyor…

İşte bu eğitimli insanlar çözüm önerirse de cezalandırılıyorlar… TSK için, sistemin daha iyi olması için öneride bulunursan, Mehmetçik Hattını ararsan, senin o görevine son verilip, sen ondan akıllısın diye ceza alıyorsun…

Aldığı tek eğitim askeriye içindeki eğitim olan, dış dünya ile hiçbir bağlantısı olmayıp hayatı oradan ibaret zanneden komutanlarca yönetiliyor şehirlerde TSK… Onların kuralları ile…

Bizim saygı duyduğumuz, bu ülkeyi kuran, karakterli, adını dünyaya duyurmuş olan, ülkesi için canını verme pahasına savaşan ve zaferler kazanıp dünyaya adını yazdıran “Güçlü Türk Ordusu” bu değil ne yazık ki…

Bugün TSK, birbirini satan, içeriden bilgi sızdıran, kendi içinde kutuplaşıp kendi içinde kavga veren, birbirine güvenmeyen, birbirine arkasını dönmeye korkan askerlerle dolu…

Ve bu TSK, bugün ne yazık ki ülkeyi iç ve dış güçlere karşı koruyamaz durumda… Asıl karşısında durması gereken konularda masaya yumruğunu vuramaz durumda…

Ülkenin her köşesinde en merkezi, en güzel konumlu yerlerde konuşlanan TSK, her yıl bütçenin % 50’sini alıp kullanan TSK… Ama ülkenin 25 yıldır bitmeyen en büyük sorunu, TSK’nın gerek sahada gerek masada ağırlığını koyup bitirmesi gereken terör!

Kimse terörün aslında masa başındaki oyunlar nedeniyle, dış güçlerin ekonomik desteği nedeniyle, siyasi oyunlar nedeniyle bitmediğini söylemesin… Eğer TSK bir şeylere karışacaksa, ne MGK dinlesin, ne AKP, ne ABD, vursun masaya yumruğunu… 1919 sonrası bu ülkeyi kuran TSK gibi davransın…

Ya da desin ki… Ben bana verilen bütçenin yarısı ile idare edecek kararlar alıyorum… Bu parayı eğitime ve sağlığa harcasın devletimiz… Desin… Bunu sağlasın… O zaman yine “kahraman” Türk Ordusu olsun…

Terörün çözümü bölgeye yatırımda desin… Bu insanların eğitiminde desin… Biz bunlar için komutanlarımızın zevk ve sefa için harcamalarından ve har vurup harman savrulan uygulamalardan, 800.000 geçici askerden vazgeçiyoruz desin…

Diyebiliyor mu? Diyemiyor… Benim şu anda yaptığım gibi eleştirenleri cezalandırıyor…

Türk Ceza Kanunu Madde 318.

1- Halkı, askerlik hizmetinden soğutacak etkinlikte teşvik veya telkinde bulunanlara veya propaganda yapanlara altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verilir.

2- Fiil, basın ve yayın yolu ile işlenirse ceza yarısı oranında artırılır.

Madde 4. (1) Ceza kanunlarını bilmemek mazeret sayılmaz.

Madde 4. (2) Ancak sakınamayacağı bir hata nedeniyle kanunu bilmediği için meşru sanarak bir suç işleyen kimse cezaen sorumlu olmaz.

Sonumuz hayrola… Ama bunları söylemek, TSK’yı yıkıcı eleştirmek değil, TSK’yı daha iyi yerlere getirmek için konuşulması gereken şeyleri dile getirmek, bu ülkeyi seven herkesin yapması gereken şey…

Bence Atatürk de, Kur’an da TSK’dan daha dokunulmaz kavramlar… Ama biz onları rahat rahat konuşurken TSK’yı eleştiremiyoruz… Asıl konuşulması gerekenler konuşulmuyor…

NUR ERDEM ÖZEREN

24.01.2010

124 - RTÜK İşini Yapsın!

Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun görevi nedir? Yani hani şu bizim gördüğümüz kanalların bir – iki günlüğüne kapatılması, uyarılması, çocukların gelişimi vs. gibi kriterlere göre değerlendirmesi işi mi?

Öyle gibi görünüyor… Sadece görünüyor… Abuk subuk şeylere takılıp uyarı veriyor, saçma sapan şeylerin çocukların gelişimini etkileyeceğini iddia ediyor…

Önce kısa geçeceğim eleştirimden başlayayım… Bence biraz daha az önemli olan…

Uzun süredir uygulanan bir sistem var, buzlu bir görüntü ile görünmemesi gereken şeyleri kapatma işi…

Sigaraların ve içkilerin görüntüleri buzlanıyor… Ama dumanları görüyoruz… Hepimiz anlıyoruz onun sigara olduğunu… Çocuklar da… Ağza götürülen başka ne olabilir ki zaten…

Bütün markaların logolarının üzeri kapanıyor… Bazı mekanların yaptığı ses getirecek işlerde mekanın adı kapatılıyor… Önünde bir ünlü duruyor, arkada buzlanmış görüntü… Aman reklam olmasın!

Ama aynı işlerin gazetelerde dergilerde bulunan fotoğraflarında ve yazılarında mekan isimleri de markalar da logolar da hem görünüyor, hem de adı geçiyor…

Bir sektöre büyük darbe vurduğunun farkında değil RTÜK… Reklam sektöründe televizyonda görünmenin, sözü edilmenin değerinin ne kadar satılabilir bir şey olduğu, ne kadar kullanılabilir bir araç olduğu, RTÜK’ün umrunda değil… Bu bir sektör, ve siz bazı araçları kapatmak isteseniz de onlar kullanılıyor…

Bunlar çok da toplumsal sıkıntı yaratan uygulamalar değil… Asıl sıkıntı, çocukların ve gençlerin gelişimini etkileyen, ama gerçekten etkileyen, hem de kötü etkileyen şeylere RTÜK’ün dur demeyişi…

Siz hiç çocukların izlediği dizileri izlediniz mi? Hannah Montanah… Bez Bebek… Sihirli Annem… Ve benzeri dizileri…

Ben izlemek zorunda kaldım geçen son birkaç ayda… 10 yaşındaki kuzenim izlerken aynı odada bulunup… Önce onlardan başlayalım…

Konuların temelinde ne yatıyor biliyor musunuz? Aşk… İhanet… Aldatma… Sevgiliyi bağlama… Diğer kızı ya da erkeği egale etme…

Hem dizinin küçük karakterleri arasında… Hem de dizideki büyük karakterlerin hayatında…

Nasıl bir dikkatle izlediklerini biliyor musunuz peki? Algılarının nasıl açık olduğunu… Sizden benden değil, o dizilerden öğrendiğini…

Buna dur diyor mu RTÜK? Çocukların gelişimini nasıl etkiliyor bunlar?

O dizilerde görülenler, gerçek hayatın onların kafasında normalleştirilmesi için bir numaralı araç… ABD bu sayede dünyaya yaydı kültürünü…

Çocukların ve gençlerin izlediği saatlerdeki diğer dizileri düşünelim… Televizyonda dizi dışında bir şey izlemediklerinden…

Tüm gençlik dizilerinde, veya aslında tüm dizilerde, sevgili sahibi olmak bir “şart”… Dizinin konusu bunun üzerine kurulu zaten… Herkes herkesle eşleşiyor… Peki bütün gençler sevgili sahibi olmak için can atıyor mu? Evet…

Yine aynı dizilerde, geçen sezon sevgili olan bugün arkadaş, geçen sezon arkadaş olan şimdi sevgili… Karmakarışık ilişkiler… Ama herkes süper anlayışlı… Örnek… Kavak Yelleri…

Sevişmek için, gece birlikte uyumak için, aynı yatağa girmek için, artık evlenmek ön koşul değil… Bunlar, genç iki sevgili için çok normal şeyler… Gerçek hayattan örnekler… Peki bunu çocukların ve gençlerin, ergenlik çağındakilerin gözüne sokmak neden?

Bunu böyle göstermek ve izletmek dururken, öpüşme görüntülerinde çocukların gözünü kapatmak işe yarar mı?

RTÜK yapıyor mu işini? Çocukların ve gençlerin sağlıklı gelişimi için…

NUR ERDEM ÖZEREN

24.01.2010

16 Ocak 2010

123 - Ulusallaşan KOBİlerin Farkında mıyız?

Türkiye’de son yıllarda yeni bir kavramla iç içe olmaya başladık… KOBİ… Bir zamanlar esnaf, tüccar, işadamı, sanayici, fabrikatör gibi kelimelerle adlandırdığımız kişi ve kuruluşlar, artık KOBİ diye anılmaya başlandı…

Ve bu KOBİ kavramı öyle bir noktaya geldi ki, ekonominin lokomotifi haline gelmeye başladı…

Bankalar “KOBİ Bankacılığı” diye departmanlar, birimler açmaya başladı… Son dönemde örneğin TEB danışmanlarla KOBİlere ekstra hizmet vermeye başladı…

Artık ekonomi iki temel taş üzerine oturdu… Birincisi, ulusal ve uluslar arası firmalar… İkincisi, KOBİler…

Referans gazetesinin 20 Nisan 2007’deki haberine göre, Türkiye'de 1 milyon 800 bin civarında KOBİ var… Ancak başka kaynaklar bu rakamın 3 milyon civarında olduğunu ileri sürüyor.

Dönemin KOSGEB verilerine göre, bu işletmeler, ekonominin yüzde 99,8'ini oluşturuyor… 99,8! KOBİ'lerin istihdamdan aldıkları pay yüzde 76,7… Yatırımdan aldıkları pay yüzde 56,5… Ülke ekonomisinde yarattıkları katma değer yüzde 38… Direk ihracatta aldıkları pay ise yüzde 10 civarında… Bankaların kredilerinden aldıkları oran ise ortalama % 25…

Son üç yılda bu rakamların daha da artış gösterdiği kesin… Ama KOBİ kredi ve borçlarının arttığı da…

Peki bu rakamlar ne ifade ediyor? KOBİler hala ihracat yapmıyor… KOBİler hala ulusallaşamıyor… Ama KOBİler ekonominin yükünü sırtlanmaya başlamış durumda… Ve buna rağmen bankalardan aldıkları destek, diğer rakamlarla kıyaslandığında oldukça düşük…

Ulusal firmaların büyük çoğunluğu uluslar arası ortak sahibi oldu… Başka bir deyişle ve algıyla, satıldı… Peki biz bunu eleştirirken, KOBİlerin farkında mıyız?

Vatandaşın, tüketicinin sahip çıkmadığı KOBİlerin çoğu % 100 Türk!

Peki biz alışverişimizi KOBİlerden yapıyor muyuz? Hayır… Güvenmiyoruz…

Peki bankalar güveniyor mu? Hayır! İtibar sahibi olması için ulusallaşması lazım KOBİlerin… Yerelleşebilen bankacılık sistemi ve inisiyatif kullanımı da öldü çünkü…

Peki yüz binlerce işsiz üniversite mezunumuz mezun olunca bir KOBİ’de çalışma hayali kuruyor mu? Hayır!

Peki KOBİler kendi değerlerinin farkında mı? İşte sorun şu ki, o da hayır…

Markalaşma adına yatırım yapmaları gerektiğinin, kurumsallaşmak için ulusallaşmanın gerekmediğinin hala farkında değiller…

Hepsi hala birer aile şirketi gibi yönetilmeye devam etmeyi tercih ediyorlar… Bir üniversite mezunu cevheri işe alıp yatırım yapmayı tercih etmiyorlar… Danışmanlık almak, eğitim almak yerine, her şeyi bildiklerini zannetmeye devam ediyorlar…

Peki ya böyle olmayan KOBİler? Onların isimlerini TV’lerde görmeye başladık bile…

Lazzoni’nin sunduğu bilmem ne dizisi… Atiker sıralı otogaz sistemlerinin sunduğu… Goldmaster uydu alıcıları… Schaffer’in sunduğu Ezel… Karaca çatal bıçak seti… Fiyapı… Taşyapı… KC grup… Varyap Meridyen… Muratbey peynirleri… Uniwipes ıslak mendilleri…

Hepsini görmeye ve duymaya aşina olmuş musunuz? Peki bu markaları 3 yıl önce biliyor muydunuz? Sizce krize rağmen nasıl ulusallaştılar bu markalar? Markalaştılar?

Peki benim İstanbul’a bir saat mesafedeki memleketim Tekirdağ’dan kaç KOBİ çıktı böyle? Bilen var mı? Yoksa biz hala İstanbul’un dibinde ulusal olmanın farkında değil miyiz Trakya olarak? Türkiye’nin iş merkezi İstanbul’a kilometrelerce uzaktaki Antep, Kayseri, Adana, Mersin bir sürü ulusal marka çıkarırken, biz nerede hata yapıyoruz?

NUR ERDEM ÖZEREN

16.01.2010

9 Ocak 2010

122 - İş İstemeyen Türk İnsanı...

Son haftalarda bir kez daha anladım… Türk insanının iş yapmaya niyeti yok… “Armut piş ağzıma düş” atasözü başka bir dilde yoktur eminim…

İki ayrı sektörde yaşadığım deneyim, beni yine bu şekilde düşündürmeye itti ne yazık ki… Aylardır bir tasarımcı arıyorum… Tam 8 tane buldum… Hepsi de bıraktı gitti… Hatta başlarmış gibi yapıp başlamadı bile…

Grafik tasarım yapan birilerini arıyorum diye yana yakıla herkese söyleyip, bulduğum herkese bu işten benim aracılığımla ne kadar çok para kazanabileceklerini anlattım… Hatta hazırda bulunan işleri de anlattım… O an her şey çok güzel görünüyordu… Ama sonrası…

Gaza gelen, referanslarını gösteren, kendini anlatan falan insanlar… Hemen gerekli dökümanların gönderimi… İşe başlama…

Sonra geçen bir gün… İki gün… Üç gün… Bir hafta… Çalışma falan yok… Dönüş hele, hiç yok… Telefonlara çıkmama var… Maillere dönmeme var…

Bu insanların işi bu… Ve ben de iş veriyorum… Ama dönmüyorlar… Hem de bu krizde… Sanırım hiçbirinin ihtiyacı yok…

Aynı örnek tadilat işi için yaşanıyor… Kim kime ne geçirirsem diye bakıyor… Ulusal marka Koçtaş dahil…

Koçtaş geliyor… Keşif yapmak için randevu bir hafta sonraya… Keşif yapılıyor… Fiyat çıkarıp görüşme yapma işi bir hafta sonraya…

Sonra fiyat teklifi çıkıyor… 21.000 TL… 13.000 TL işçilik… 8.000 TL malzeme… Nasıl?

Aynı iş için bir başka yakınımın yönlendirdiği kişi daha önce fiyat teklifi veriyor… 7.000 TL işçilik…

Bir başka arkadaşım her şey dahil fiyat veriyor… 6.000 – 7.000 TL arası her şey dahil…

Arada 5 yıldır tanıdığım biri daha geliyor görüyor, 15 gündür teklif verecek, hala dönüş yok… Telefonlara çıkmıyor… Farklı numaradan arayınca anında açılıyor…

Ve nihayet son olarak, bir arkadaşımın yönlendirmesiyle, aynı gün konuşma, aynı gün keşif için gelme, bir gün sonraya teklif verme… Herşey dahil 5.000’den daha az…

Aradaki farkı görmek mümkün… Sonuncu kişinin para kazanmaya ve iş yapmaya niyeti var… Diğerlerinin bu krizde, bu işsizlikte, bu para sıkıntısı içinde para kazanmaya ve iş yapmaya niyetleri yok…

Türk insanının genel sıkıntısı işte bu… İş buluyorsun yapmıyor… Müşteri bulduğunda kendine muhtaç zannedip kazıklamaya çalışıyor…

Sanki bir daha karşılaşmayacakmış gibi, yıllardır tanıyan adam telefonlara çıkmıyor…

“Hayır” demeyi bilmiyor… Hayır demenin bu terbiyesizlikten, telefonlara çıkmamaktan, verdiği sözü tutmamaktan daha dürüstçe bir şey olduğunu bilmiyor…

“Hayır, yapamam, yapamayacağım, sebebi de bu…” demenin aslında kendini de ne kadar rahatlatacağının farkında değil…

Adam gibi fiyat verip, adam gibi iş yapmanın o müşteriden yeni müşteriler kazanmak olduğunu bilmiyor…

Kimse ağlamasın iş yok diye… Yıllarca bir koyup 5 almaya alışan Türk insanı, bu işsizlikte bile iş gelince iş beğenmiyor…

Bunlar sadece benim yaşadığım 2 ayrı sektördeki örnek… Ama eminim siz de okuyunca benzer yaşadığınız şeyler geliyor aklınıza…

Ne yazıktır ki, tarım kökenli bir toplum olduğumuzdan mıdır nedir, 2 ay çalışıp 10 ay yatmaya alışık olduğumuzdan belki de, çalışmayı pek sevmiyoruz anlaşılan…

Bunu çok yakınlarımızda bile görmek mümkün… Hatta belki kendimizde… Kendimizi bir sorgulamak gerekiyor… Gerçekten çalışkan mıyım? Elime geçen tüm fırsatları değerlendiriyor muyum?

NUR ERDEM ÖZEREN

09.01.2010