28 Aralık 2008

81 - Net Olarak Sosyalleşmek...

Dün gece yine “büyük” bir organizasyondaydım… Altında arkadaşlarımla birlikte imzamın olduğu… Ama bir kez daha mutsuz biten benim için…

Bundan tam 9 hafta önce, 2 ay 2 gün önce de aynı şey oldu… Yine “büyük” bir organizasyon… Yine mutsuz son…

Aslında her ikisinde de her şey kusursuz, organizasyonda hata yok, sorun yok… Gelenlerin hepsi mutlu ayrılıyor… Ama sorun “gelenler”de değil, “gelmeyenler”de…

Birincisi Tekirdağ Anadolu Lisesi Mezunları, ikincisi Koç Üniversitesi Mezunları için yapılan etkinlikler…
Her ikisinde de canla başla çalışan onlarca insan var… İşlerinden vakit ayırarak, ceplerinden harcayarak emek veriyorlar… Ama katılım düşüklüğü… Ve külliyen zarar…

Birinde hedef kitle 3.000 kişi… Katılım 75 kişi… % 2,5… Diğerinde hedef kitle 5.000’e yakın mezun… Artı bir de 4.000’e yakın öğrenci… Katılım 600 kişi… % 6,5 mu? Öğrencileri koyun kenara, onlar her gün görüşüyor… O da % 12,5 aslında… Mezunları değerlendirince…

Soruyorum defalarca… Ne yapmak lazım bu gelmeyen insanların gelmesi için? Neden gelmiyorlar?

İnsanları bir araya getirmeye çalışmak anlamsızlaşıyor mu artık? Network… Sadece online bir şey olmak zorunda mı? Artık insanlar “net” olarak mı sosyalleşiyorlar?

Hedef kitle analizini iyi yapmak lazım belki de… Her ikisinde de 18 – 35 yaş arası Türk insanı… Genç – orta yaşlı arası…

Bu insanların ortak yanı ne? Teknoloji… Internet… Yeniçağın yeni iletişim araçları… Eskisi gibi iletişmiyorlar insanlar…

Eskiden yapılan balolar, gece organizasyonları yok artık… Eskisi kadar en azından… Bu yaş grubu için…

Herkes çok yakınındaki birkaç kişiyle birebir görüşüyor, gerisi özel günlerde gönderilen tek yönlü tek tip SMS’ler ve mailler ile muhteşem icat İnternet üzerinden…

MSN… Facebook… Ve daha birçoğu… İletiştiğimizi sanıyoruz onlar üzerinden… Yüz yüze konuşmadan… Yüz yüze gelmeden, dokunmadan, göz göze gelmeden…

“Gerçek”ten iletişim kurmayı, sosyal olmayı unuttuk… “Net” olarak sosyalleşiyoruz artık… Mail grupları üzerinden… İnternet üzerinden sohbet ediyoruz…

Birbirimizi görmek için evden çıkmak zor geliyor artık… “Ne gereği var” diye düşünüyoruz… Uzun sohbetler etmeyi unuttuk… Topluca… İkili – üçlü sohbetlerinde konusu derin olamıyor…

Yeni nesli suçlardım bunun için eskiden… Daha doğrusu onları eğitenler… Hala bu savımın da arkasındayım… Ama bu hastalık eski nesli de sarmaya başladı…

Sadece gençler değil, artık orta yaşlılara doğru, interneti bir iletişim aracı olarak kullanan herkes etkileniyor bu iletişim şeklinden…

Birkaç kişiyiz sosyalleşmek için çaba sarf etmeye devam eden… Sayımız azaldı… Direniyoruz internete rağmen, cep telefonuna rağmen yüz yüze görüşmeye…

Yıllardır birbirini görmeyen insanların, “yeniden” görüşmek gibi; geçmişteki dostlukların, köklü ilişkilerin kopmaması çabası gibi bir istekleri falan kalmadı artık…

“Yeni” ilişkilerden, dört yanımızı sarmış olan “hayat koşuşturması”ndan geçmişle olan bağlarımızın kopmasına göz yumuyoruz…

Ama bu yeni hayatta da kalmıyor artık “toplu” iletişim… Yüz yüze iletişim… İnternet odaklı, teknolojik dostluklarımız var artık… Sosyalleşmeyi unuttuk… Unutuyoruz… Direniyoruz…

NUR ERDEM ÖZEREN
28.12.2008

21 Aralık 2008

80 - Bölünmüş Türk Halkı

Biz… Ve diğerleri… Ötekiler… Yıllardır Türkiye’de her dönem var olan bir gerçek… Çoğu zaman “birileri” tarafında yaratıldığı düşünülen…

Ama zamanla da farklı taraflar yaratılıyor… Bir gün “sağ – sol”sa taraflar, diğer gün “Türk – Kürt” oluyor…

50’lerde 60’larda sağ – sol kavgaları vardı… Tek partiden çok partiye geçtikten sonra “taraf” olma kavramı kendini göstermeye başladı…

Bir zamanların sağcıları – solcuları şimdi aynı partilerde… Yan yana siyaset yapıyorlar…

Zenginleşmeye başlayan Türkiye’de, yoksul – zengin ayrımı başladı sonra da… Zengin olmak suç ilan edildi… Başka bir “diğerleri” yaratıldı… Bir zamanların yoksullarından çıkan zenginler, geçmişlerini unuttu şimdi…

Zaman geçti, parti sayısı arttı, uçlara kayıldı, komünist – faşist ayrımı başladı…

Geçmişim komünistlerinden çıkan süper zenginler var, ama paralarını kaç kişiyle paylaştıkları meçhul… Unuttular komünist düşüncelerini…

“Diğerleri” tarafından Faşist diye adlandırılan bir zamanların milliyetçileri, kendilerinden olanları da kanunen kurtarmak uğruna, yıllarca karşısında oldukları Abdullah ÖCALAN’ı affeden kanunu kabul etmek için mecliste el kaldırdılar…

Bir ihtilal daha oldu… Bunlar bıçak gibi kesildi… Bu sefer de Türk – Kürt diye ikiye ayrılmaya başladık… PKK ateşledi, yıllarca aynı yerde yaşayanlar düşman ilan edildi… PKK ile Kürt olmak ayrımını yapamaz olduk…

Kürtçe konuşmak bile tehditler alırken, Ahmet KAYA’yı ülkeden def ederken, Sezen AKSU bile Kürtçe şarkı söyledi diye tepki alırken, 10 gün sonra TRT’nin bir kanalı 24 saat Kürtçe yayın yapacak, bir zamanların yasaklıları devletin ulusal resmi kanalında program yaparak devletten para alacak… Kadınlar için yapılan Güldünya albümünde Kürtçe bir şarkı var… Piyasada satışta…

90’lara geldiğimizde yeni bir ayrım daha ortaya çıktı… Dinci – laik… Laik – Antilaik… Refah Partisi siyaseten güçlendikçe, ona oy veren herkes dinci ilan edilip, laiklik kullanılmaya başlandı…

2000’lere geldik, AKP daha da güçlü geldi… Şimdi birileri, AKP’ye oy veren herkesi antilaik ilan ederek bir başka ayrıma gidiyor…

Bir süredir laik – antilaik diye ayrılmaya çalışıyoruz… Başını kapayanlara karşı başı kapalı olanlar… Sakallı ya da ince bıyıklılara karşı sinekkaydı tıraşlılar…

Geri kafalılarla ileri görüşlüler… Ama sadece siyaseten tuttu bu ayrım… Tabanda sertleşmedi henüz… Umarım sertleşmez de…

Şimdi bir yandan bu devam ederken, bunu tutturamayanlar şimdi yeni bir ayrımı körüklüyor, bir yandan yeni bir din temelli ayrımı alevlendiriliyor… Altını deşiyor… Alevilerle ilgili uğraşlarla… Alevi – Sünni…

Ama zamanla bu ayrımlar bitiyor… Sonra geçmişimizden utanıyoruz… “Diğerleri”ne alışarak…

Zaman geçecek, bu da bitecek… Bir bakmışsınız, diğerleri ile aynı saflarda yer almaya başlamışsınız…

“Birileri” her zaman Türk Halkı’nı bölmek için çaba sarf edecek… Her zaman bir diğerleri yaratılabilir…

Durumu sertleştirmek, “diğerleri”ni düşman gibi görmek, sadece bizi yıpratacak… Hem Türk halkını… Hem Türkiye’yi… Hem de şahsen bizi…

Kavga ettiklerimizi bir süre sonra kabulleniyoruz… Yüzlerine bakmak, birlikte iş yapmak, birlikte yürümek durumunda oluyoruz…

Taraf olmakla, düşman olmak arasındaki farkı ayırt edemiyoruz bir türlü… Ya düşmanız, ya tarafsız…

NUR ERDEM ÖZEREN
21.12.2008

20 Aralık 2008

...miş gibi... Neyse...

"sayfanın başı"ymışım gibi davran bana...

ne bileyim özen benim için,
hep en güzelini yazmak için çabala!



"fazla bilet"mişim gibi davran bana...
ne bileyim, atla otobüsün birine, sor beni; ama bulama!

bi sonraki duraktan al beni, ama hayır sakın atma.

koy bi köşeye sakla olur mu? yırtma!



"uzun zamandır açmadığın bi musluk"muşum gibi davran bana...

kolayca açabileceğin zannet ama ilk deneyişinde açama.

uğraş biraz üzerimde, çabala!



"pi sayısı"ymışım gibi davran bana...

kimseye sormadan 3 al beni mesela.

vallahi sorun çıkarmam sana!...



"yeni boyanmış duvar" gibi davran bana...

tamam, belki yaslanma ama en azından arada sırada elle bari be, ne bileyim kokla!...



"sen yelkovan, ben akrep"mişim gibi davran bana...

Hep koş peşimden.

Ama eninde sonunda yakala.

Gel yanıma hatta, pilimiz bitsin, oradan hiç uzaklaşma...



"yeni aldığın ayakkabın"mışım gibi davran bana..

tut ellerinle her akşam, hiç ama hiç kapıda bırakma...



"ıslak bi sokak köpeği"ymişim gibi davran bana...

ellerinle besle yemek ver, çeşitli oyunlar oyna.

ama sakın acıma!



"sayfanın sonu"ymuşum gibi davran bana...

bitmiş gibi gözüksem de asla bitirme, gerekirse sil başımı, ama nolur yeniden başla..



"sen tom, ben jerry"mişim gibi davran bana...

eninde sonunda yakala.

tam ağzına atacakken atma.

yeme beni sakın, kıyama!



"tabaktaki son patates kızartması" gibi davran bana...

gözün hep bende olsun, kimseyle paylaşma!



"dersin son iki dakikası"ymışım gibi davran bana...

değerimi dersin başında anla...



"boş bi bardak"mışım gibi davran bana...

dök içime her şeyini, hep dikkat et ama, beni kırma!



"kırık bi ayna"ymışım gibi davran bana...

ne bileyim, mutlaka bi yerimden bak hayata.

en ufak parçamı bile itinayla sakla..



"odandaki ayna"ymışım gibi davran bana...

hiç konuşma benimle.

yalnızca bak o siyah gözlerinle...

yalnızca bak bana!...



"saçların"mışım gibi davran bana..

yıka beni, özen göster, ıslanınca hemen kurula...



"sen asit, ben turnusol kağıdı"ymışım gibi davran bana...

ne bileyim gel istediğin zaman bir şeyler söyle, dök içini,
rengimi değiştir mesela, kızart beni hatta!



"sen sen, ben ben"mişim gibi davran bana.

sen kaç hep, ben kovalayayım...

hem bu senin için de kolay olur, hiç yapmadığın şey mi sanki...


kendin ol yeter, anlasana...


"sen güneş, bense lanet bir yağmur bulutu"ymuşum gibi davran bana...

uğraş biraz, geç bir' önüme, bir' arkama, ama en sonunda...

en sonunda...


neyse......

"doğ dünyaya" diyecektim ama......

boşver .........

nasılsa ben yokum senin dünyanda ...

13 Aralık 2008

79 - Büyüyorum…

Az önce kuzenim yatarken yanıma çağırmak geldi içimden… Yatmadan önce öpmek için… Sonra bir anda geçmişe gittim…

Yıllar önce… İlkokuldayken… Her gece yatmadan gidip babamı öperdim… “İyi geceler…” deyip… Sonra da annem yatağıma kadar gelir, beni yatırır, üstümü örter, beni öper, ışığı kapatıp çıkardı…

Huzurla uykuya dalardım… Sorumluluklarım, yapmak istediklerim, yapmam gerekenler yoktu…

Zaman geçti… Ergenliğe girdiğim dönemlerde bir kavgada bir gece babamı öpmeden gittim yatağa… Sadece uzaktan “İyi geceler…” diyerek… Öyle kaldı… Annem yine aynıydı…

O zamanlara kadar, her gün okula giderken, evden her çıkışımda annem camdan bakar, sabahları ben gözden kaybolana kadar orada olurdu… Arkama bakmasam da beni izlediğini bilerek yol alırdım…

Ne zaman çıksam yukarıdan baktığını bilirdim camı açıp… Her çıkışımda bakardım yukarı… Hala da öyle yapıyorum… Ve hala orada oluyor…

Zaman geçti yine… Ergenliğin sonları, gençliğe adım dönemleri… Araba sevdasının başladığı, ehliyet alma zamanının geldiği dönemler… Bir başka kuşak kavgası…

Ve artık geceleri yatarken “iyi geceler…” bile demiyordum… Öyle kaldı…

Zaman yine geçti… Artık annem de geceleri yatarken yanaklarımdan öpmez oldu… Odaya kadar gelip, yatağa yatınca üzerimi örtüp, kafamı öpüp gidiyordu…

Artık sadece hafta sonları, bazen bir, bazen iki gece aynı evde yatıyor, aynı evde uyanıyordum…

Hayat İstanbul’da devam ediyordu… Sorumluluklar hat safhada, büyümenin bir numaralı göstergesi…

Her hafta sonu “çocuk” oluyorum hala bir yandan… Yine ailemle aynı evde yatıyorum yatağa haftada iki gece… Ama aynı sorumluluklarla… Yastığa kafamı koyduğumda, çocuk halimle, huzurlu uyumak çok geride kaldı…

Yorgunluktan ölmedikçe, kafamda düşüncelerle, yapmak istediklerimle, hayallerimle, yapmam gerekenlerle yatıyorum yatakta… Bazen dakikalar sonra, bazen saatler belki de… Uyuyorum… Sızana kadar beynim çalışıyor…

Her sabah kalktığımda yapılması gereken onlarca şeyin bilinciyle, yatak beni içine çekiyor… Çıkarmak istemiyor…

Yaşıtlarım evleniyor… Anne oluyor… Baba oluyor… Yıllarca “yaşlı” diye düşündüğüm yaşlarda annemle babam… 49… 55…

Artık kucaklarına sığacak kadar küçük değilim… İstedikleri zaman istedikleri yerde öpebilecek kadar da…

Her gece gidip öpecek kadar “çocuk” hissedemiyorum… O kadar “saf” ve “temiz” değil artık dünya… İlişkiler… Hayat…

Onlar da beni oraya koyamıyor artık… Kocaman adamım artık… Babamın beni kucağına aldığı yaştayım… Annemin beni ilkokula götürdüğü yaşta…

Onlar çocuk yerine koysa, ben kızıyorum… Ben çocuk gibi davranmak istesem, olmuyor…

Böyle böyle uzaklaşıyor anne – baba ile çocuklar… Büyüdükçe…

Huzurlu, saf, temiz, sorumsuz, basit, çevresi dar, az insanlı, yaşanmışlıkların az olduğu yaşlar geride kaldı…

Her geçen gün birbirini kıracak yeni şeyler yaşatıyor hayat… Silmeye çalışsan da silinmeyen yaralarla… Derin yaralarla yaşamaya devam ediyoruz…

Büyüyorum… Durduramıyorum… Hayat devam ediyor…

NUR ERDEM ÖZEREN
13.12.2008

4 Aralık 2008

78 - İyi ki Varsın… ız…

Bazen isyan ediyorum… “Bu kadar yük ağır” diyorum… “Her şey beni bulmak zorunda mı?” diyorum… Biriniz çıkıyorsunuz… Düşerken tutup kaldırmak için…

Sınanıyorum biliyorum… Ölmedikçe güçleniyorum… Ondandır birkaç yıl ileride hissediyorum yaşıtlarımdan… Birkaç yıl erken yaşıyorum bazı şeyleri herkesten… Belki erken olgunluk…

Ama bu sınama geleceği erteletiyor bana… Onu da biliyorum… Bazı şeyleri de geç yaşatacak biliyorum… “Ah bir bitse… Neler yapacağım o zaman…” diyorum… Bitecek biliyorum…

Kendime güveniyorum… İnanıyorum… “Her şey çok güzel olacak…” Hak ediyorum… Kötü bir şey istemiyorum…

Ama bazen bitiyor bütün inancım… Çaresizlik hat safhada gibi geliyor… “Bu sefer bitti…” diyorum… Son nokta… Artık düşüş başlıyor…

Sonra sizi görüyorum… Birinizden biriniz oradasınız… Önümde… Arkamda… Yanımda… Elimden tutan biri oluyor… Biliyor, birazcık itse koşacağım… İtiyor… Çekiyor… İvmeyi verdikten sonra kendi halime bırakıyor…

Ben bitirince kendime güvenimi, gücümü… Siz tazeliyorsunuz… Bana olan güveninizle… Geleceğimi gördüğünüzü göstermenizle… “Bir gün bitecek”ine olan inancınızı hissettirmenizle…

Karşılığını vermeye çalışıyorum… Minnetle… Vefayla… Bitiremiyorum… İçimden geliyor… İhtiyaç olduğunda en yakınında olmak, güç vermek… Mutlu oluyorum…

Kiminiz “farklı” akrabam… Kiminiz dert ortağım… Kiminiz ikinci babam, abim, ablam… Kiminiz ağlama duvarım… Kiminiz eğlence kaynağım… Kiminiz aşk doktorum… Kiminiz moral depom… Kiminiz her şeyim…

Biliyorum tek çocuk olduğumdan… Hatta tek torun bir taraftan… Kardeşim yok diye bu kadar çok değer veriyorum size… Ama siz de bana…

İyi ki de öyle yapıyorum… Pişman değilim… Ne verirsem fazlasını alıyorum… Ektiğimi biçiyorum… Geleceği yatırım yapıyorum… Sizi biriktiriyorum…

Hayat sizi çıkardı karşıma… İyi ki de “sizleri” çıkardı… Bütün saflığımla içimi açtığım, güvendiğim, her şeyimi paylaştığım… Ya başkası olsaydı…

Yıllardır hayatımda olan… Hatırlamadığım kadar eski olan… Bir sürü akrabadan daha yakın olan… Son bir yılda tanışıp, büyük bir mutlulukla “İyi ki tanıdım seni, iyi ki varsın hayatımda” dediğim…

Kıyamıyorum ayırmaya… İsim yazmaya… Unutursam kırmamak için belki… Şu anda o kadar yakın olamasam da, yıllar sonra kaldığım yerden devam edeceğimizi bildiklerimi kırmamak için…

Çok mu fazla diyorum yayılınca bu sayı… 22 oldu şimdi sayınca… Ama hepinizin yeri ayrı bende… Bazınız apayrı, normal…

V,M,A,İ,Ö,Ö,D,B,Ş,M,P,A,T,N,A,H,M,K,G,K,İ,O,F,E…

Hiç kardeşim olmadı… Ama bir sürü kardeşim var hayatımda… Hepsinin yeri ayrı… Hepsi de ihtiyacım olduğunda da, mutluluğumda da yanımda…

Düşerken tutan… Ağlarken ağlayan… Bazen güldüren… Mutluluğumu paylaşan… Aşksızlığa çare arayan… Başarımı anlatan… Kıskanmadan… Derdimle dertlenen… Çaresizliğime çare bulan… Her an yanımda olan… Varını yoğunu paylaşan…

Kısa süreli ayrılıklar girse de araya… Fiziksel yakınlıklar kalksa da ortadan bazen…

Desteğin için teşekkürler… İyi ki varsınız… İyi ki varsın… Hayatımdan çıkma… Hayatından çıkarma beni… Ben hep hayatında olacağım… Seni seviyorum…

NUR ERDEM ÖZEREN
04.12.2008

23 Kasım 2008

76 - Issız Ada'm... 3

Tadını kaçırmak istemedim iki kişi arasındaki aşkın anlatımının… Anne ile oğul ve müstakbel gelin arasındaki ilişkiyi ayrıca yazmayı daha uygun görüyorum…

Düşünüyorum da bir yandan… Bir filmden bu kadar çok malzeme… Bu kadar çok yazı… Sesli düşünüyorum… Helal olsun Çağan IRMAK’a tekrar…

Kaç saatimi harcadım bu yazılar için belli değil… İçime sinemedi bir türlü… Tekrar tekrar baktım… Silip silip yazdım… Bir aradaydı, uzadıkça uzadı, ayırdıkça ayırdım…

Bu kadar mı çok şey anlatıp, bu kadar mı etkiler bir film? Ne çok şey varmış dökülmeyi bekleyen…

Tarsus’tan kalkıp gelen… Geleneksel aileden, kasaba insanı… Aile aynı aile… Çocuk ise kopmuş oradan, uzaklaşmış, bir değil, birkaç nesil ileri gitmiş… Ailenin gurur kaynağı…

Köylü, kasabalı, saf, temiz, doğal, iyilik meleği anne… Çocuğun yeni ve birkaç nesil ilerideki yaşamına adapte olamayan… Eve girerken çıkardığı ayakkabıları ile…

Annenin her hareketinden utanan çocuk… Bir türlü ona dayanamayan… Aldığı kıyafetlere, köylü, kasabalı hallerine…

Hatta geçmişini tamamen reddeden… Sabah kahvaltı ederken çalan telefonu açmak istemeyen… Ama akşam, “kafası güzel” olunca anneyle masum masum konuşan…

O konuşma sırasında Hümeyra’nın şarkısı fonda… “Sana bu karanlık, bu gürültü içinde, ellerimi uzatıyorum… Sen bu karanlık, bu gürültü içinde, görmüyorsun…”

Kaç kişi tanıyorum, içmeden duygularını ifade edemeyen… Ailesinin gelenekselliğinden utanan… Üzülüyorum…

Annesinin ona uzattığı eli tutmayan… Tutamayan… Hayatın içinde karanlıkta olan…

Annesinin kıymetini bilemeyen… Onu istemeden kıran… Restoranda kendini tutamayıp herkesin içinde annesine bağıran… Hatta bu sinirle Ada’sını da kıran Adam… Sonra pişman olan…

Yine anneyle konuşamayan… “Zor be anne… Çok zor…” İçinde patlayanları, kopan fırtınaları dışarı vuramayan… Konuşabilmek için içmeye giden sonra…

Önce hata yapıp, sonra içip kapıya elinde o saatte bulunabilecek yegâne kır çiçeklerini alıp dayanma durumu… “İçtik mi…?”

İlişki sırasında, anneye karşı, sevdiklerine karşı önce fevri davranışlarla kırıp, sonra içip içip affettirme çabaları… Her şeyin değerini sonradan anlama… Yapılan hatayı yapmadan fark edememe… Sonra çeşitli yöntemlerle özür dilemeye çalışma…

Ada’nın evden çıkınca düşüşüyle bir anda pişman olma… Eve geri çağırma…

Anne ayrı, Ada ayrı onun iyiliği için her şeyi yapmaya hazır…

Anne onu rahatsız etmesin diye fedakârlıktan asla kaçmayan… Koltukta bile uyuyacakken, “Geniş geniş, aydınlık aydınlık daha güzel be olm” diyen anne…

Adam’ın oraya ait hissetmediği için gitmediği düğün salonunda, sırf onun hatırı için eğleniyor“muş gibi” yapan kız… Onun annesini sen idare ediyorsun… Onun için…

Ve aslında asıl iki önemli detay… Anne’nin Ada ve Alper’le yaptığı kısa ama öz konuşma…

“Bu hay huyda insan yalnız olduğunu bilmez anlamaz… Ona sahip çık kızım… Onu yalnız bırakma bu şehirde…” Issız kalmasın…

Annenin sözünü dinle Alper… “Ada sana Allah’ın verdiği en büyük nimet…” Anlamadı Alper… Dinlemedi anneyi… Anneler anlarmış… Anlatıyor Çağan IRMAK… Anlayana…

“Yemek yapmanın en güzel tarafı, onu birine yedirmek ve yüzündeki ifadeyi izlemek…” Yazı yazmanın en güzel yanı da, birilerine okutmak ve yorumlarını okumak...

NUR ERDEM ÖZEREN
23.11.2008

75 - Issız Ada’m… 2

Issız Ada’m… Issız olan, hem Adam, hem de o “Adam”ın “Ada”sı… Aidiyet içeren “Ada’m”… Alper’in Ada’sı…

20’li 30’lu yaşlardaki kadın ile erkeğin 2000’li yıllardaki ilişki biçimi… O kadının erkeğin annesi ile olan ilişkisi… Ve o küçük şehrin gelenekselliğinden çıkıp gelip modernleşen adamın annesiyle ilişkisi… İlişkileri muhteşem anlatmış…

Aslında bununla birlikte, filmde kendinden bir şeyler bulan Türk gençliği de, ailesine de çevresine de haykırıyor artık sekssiz ilişki yaşamadığını… Anlamadan… Fark etmeden…

Alper… Bir sürü erkeğin yaşadığı, günümüzün yozlaşmış ilişkilerinde… İstediğin an bir telefonla, parayla ya da parasız, yalandan, geçici, hayvansal ihtiyaçları karşılamak için yaşadığı “aşksız” sevişmeleri… Hiçbir çabaya gerek yok… Duygu yok… Çok tanıdık…

Sonra “aşk”ı buluyor, “sevgi”yi buluyor… Hayatında ilk defa “aşk”la sevişiyor… “Aslında” ne demek olduğunu, ne hissettirebileceğini fark ediyor… Sonunda da tarif ediyor… “Çok güzeldi… Ama şimdi de çok güzel…”

Aşk böyle bir şey işte… Bence geçici olan… Önce iki göğsünle göbek deliğin arasındaki üçgende kelebekler uçuşturan… Aklını başından alan… Hiç yapmayacağın şeyleri yaptıran…

O kelebekler neler yaptırır insana… Normalde geceleri yaşayıp gündüzleri uyuyan adam, kendi elleriyle kek yapıyor sabahın köründe… Büyük bir hevesle… Heyecanla…

Onu düşünmekten aklını işe veremeyip parmağını kesiyor… Benzerini yaşamayan var mı?

Örnekler, hayattan… Hepimizin yaşadıklarından… Ada’nın Alper’in yemek teklifini kabul edip sokağa çıkınca en yakın arkadaşını arama isteği… Umurunda değilmiş gibi davranırken, ne giyeceğine karar veremeyişi…

Oynarsın… Umurunda değilmiş gibi yaparsın… Ama elin ayağın birbirine dolaşır… Ne yapacağını bilemezsin…

İlk kez plak dinlerken, Alper’in müziği anlatışını hayran bakışlarla, erimiş bir yüz ifadesiyle dinleyişi…

Kendin de fark edemezsin durumu hemen… Onu izlerken, dinlerken nasıl kendinden geçtiğini anladığın anda, patladığının resmidir…

İlk öpüştüklerindeki Ada’nın tepkisi… Kendi bile inanmadan söylenen “Gitmek istiyorum”lar… Karşılıklı “lütfen”leşmeler…

Kendinle mücadele başlar… Mantık gitmek ister… Aşk durdurur… Aşka söz geçiremezsin…

Müzik sesinin çıkışı inişi… Ada’nın yüz ifadesi… Dilinin damağının bir anda kuruması… O anki iniş – çıkışı en güzel anlatma yöntemi…

O ilk sahne sonrasında, yanımdaki arkadaşımın yorumu ile şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemiyorum… “Yazık kıza…”

“Kime yazık?” diye geçirirken içimden… Diğer yanımdaki arkadaşımın yorumu patlıyor… “Her erkek en az bir kere yaşamıştır bunu…”

Ertesi sabah arkadaşla edilen kahvaltı… Aramaya karşı açmama tripleri… “Âşık mı oldun?” sorusuna anında savunma mekanizması ile cevap…

Kendine inanamazsın… Mücadeleye devam edersin… İtiraf etmek acı ve zor gelir…

Evin önünde arabadaki “sadece uyuruz” konuşması… Büyük yalan… Çok tanıdık…

Artık olmuşsundur… İçin içine sığmaz… Paylaşmak istersin dostlarınla… Kendine bile itiraf edemediğin “sen âşık olmuşsun” yüzüne vurlur…

Zaman geçer… Bir şeyleri tüketirsin… Bitmeden hemen önce o üçgenin tam ortasındaki noktada o kelebekler sıkışır… Vücudunu ateşler basar… Sonra o ömrü kısa kelebekler ölür…

Aşkla alışkanlığın kavgası başlar… Aşk alışkanlığa dönüşmemişse, aşk kaybeder… Alışkanlık, dünyanın en kuvvetli duygusu… Hani bazen denir ya… “Seninki sadece alışkanlık…” Olsun… Asıl öyle olsun ya zaten…

Biter… Beklemediğin anda… Ya da kendini göstere göstere…

Alper alışkanlığından vazgeçemedi… Günü yaşayan, geleceği düşünmeyen insan modeli…

“Ne böyle senle, ne de sensiz, yazık yaşanmıyor çaresiz… Ne bir arada, ne de ayrı, olmak imkansız hiç sebepsiz…” Gelgitler içinde yaşıyoruz işte… Hepimiz… Her ilişkide…

Ada da durumunu tarif etti Alper’e… Tokat gibi… “Karda donmak üzeresin, uyumak tatlı geliyor ama, sen; öldüğünün farkında değilsin…”

“Yalnızım ben… Çok yalnızım… Buymuş benim alın yazım… İster uzak, ister yakın… Anılar beni rahat bırakın…”

Yalnızlığı sen mi seçersin? Yoksa şartlar mı yalnız yapar seni? O kadar alışırsın ki yalnızlığa ve yalnız kalacağına olan inancına, bulsan bile doğru insanı, yalnızlığı seçersin…

Anılar rahat bırakmadı… Bırakmaz zaten… Yüreğinden ve beyninden atamazsın…

“Ağır aksak siler hayat, yüzümdeki, tenimdeki izlerini… En zor da aklı evvel yüreğime anlatırım, canımdan saydığımın, içimi eze eze el olup sessiz gidişini…”

Hep yarım kalan, aslında bilerek ve isteyerek yarım bırakılan bir şeyler olur… Havuçlu tarçınlı kek gibi…

Erkek zaten bitiremiyor… Pişman oluyor… Anlık kararlar, anlık fevri davranışlar… Hatasını anladığında çok geç oluyor… “Sevilirken bilmedin mi?” diyor ya şarkı da… Karda uyumak tatlı gelmiyor artık, öldüğünü anladığında…

Onsuz yaşamaya devam ediyor aşkını… “zaman zaman gidiyorum o sokağa…” Her zaman oradasın… Her gün… Yalan söyleme…

Ama kadın… Kadın bitirirse, bitiriyor… Kaçıyor… Telefonları değiştiriyor… Bambaşka hayat kuruyor kendine… Uzaklaşıyor ona dair her şeyden… Ayrılık sonrası ilk karşılaşmadaki bir detayla resmedilen… Uzun saçlar kısalıvermiş…

Bir yandan da anıların üzerine üzerine gidiyor… Kendi içinde yaşamak için… Anne ziyaret ediliyor… Resimlere bakılıyor…

Yıllar sonra karşılaşılıyor… Bundan kaçış olmuyor bu küçük dünyada… O zamana kadar kaçılıyor… Yalandan kaçışlar… Birbirinden…

O gün gelene kadar… “Kokuna benzer kokular, sesine bezer sesler” duyuyorsun… “Başka bir yaşamda, başka bir mutluluk” yaşamaya çalışıyorsun… Olmuyor…

“Başkalarının çocuklarını, bedenlerini ödünç alacaksın, geri vermek üzere…” Ödünç yaşamlarla yaşıyorsun… Buna yaşamak denirse…

Aklın kalıyor onda… “Yeni”ye ihanet ederek yaşıyorsun… “Gözlerimi kapattığımda kollarımda başka biri değil, sen varsın, ve sen bunu bilmiyorsun…”

Kimse bilmiyor… O sarıldığın da… Hayal ettiğin de… Ne gerek var buna? Hiç ayrılma… Ona sarıl… Yıllar sonra karşılaşınca bunu yaşama…

“Bir an gelip de küllenince, yüreklerimiz dinlenince, başka sevgilerde teselli bulunca… Etrafımızı sarıverecek, bir boşluk ki asla bitmeyecek, her şey bir anda anlamsız gelecek…”

Herkes bu filmi bekliyormuş… Eski sevgililerini anmak… Pişmanlığını haykırmak… Geçmişe olan özlemini dile getirmek için…

Artık sevginin kıymetini bilecek mi insanlar? Sahip çıkacak mıyız artık bundan sonraki bulduğumuz aşka?

Sevilirken bilecek miyiz artık? Kıymetini bilip tadını çıkaracak mıyız? Kaybetmemek için çaba sarf edecek miyiz?

Yoksa ona sarılırken aklımızda geçmişteki aşkımız mı olacak? Bitmemiş… Bitememiş… Belki de hiç bitemeyecek…

“Sen oradaydın, ve bir gün benimle tanışacağını bilmiyordun…” Yoksa henüz tanışmadığımız kişiyi bekleyip, onu bulunca ona sahip mi çıkacağız?

Ya da bu filmle mi anladınız aslında bitmediğini sandığınız, biteceğine inanmadığınız insanların aslında bittiğini? Filmden çıkınca koşa koşa gidip onu bulup sarılmak değil de, “başka”sı mı geçti aklınızdan?

Aşk öylece hazırolda durup ne seni ne beni beklemez ki… Bekletmemek lazım… Ertelememek lazım… Gurur yapmamak lazım… Yıllar sonra tokat gibi çarpılmamak için…

NUR ERDEM ÖZEREN
23.11.2008

22 Kasım 2008

74 - Issız Ada’m… 1

Karda donmak üzeresin, uyumak tatlı geliyor ama, sen, öldüğünün farkında değilsin…

Çağan IRMAK, yine harika bir iş daha çıkardı… İçeriğini mi yazsam diyorum… Bana yaşattığı duyguları mı… Düşündürdüklerini mi…

Filmi ayrı değerlendirmek gerek… Sinema filmi yorumunu ayrı yapmak gerek… Anladım… Filmin içindeki detaylara dikkat çekerek… Duyguları, düşünceleri ayrı anlatmak…

Her karesini ayrı takdir ediyorum filmin… Çağan IRMAK çok iyi tanıyor Türk insanını… Neye gülüp neye ağlayacağını… Neye güldürüp neye ağlatacağını…

İzleyicisini içine çekip alacağını, herkesin kendinden bir şeyler bulacağını biliyor, kendinden emin, o nedenledir ki filmin sonunda diyor ki, “İzleyicisine adanmıştır…”

Nasıl “word of mouth” yaratacağını çok iyi biliyor… En iyi tanıtımın kulaktan kulağa olduğunu biliyor, bunun araçlarını kullandırtıyor “hedef kitle”sine…

Kim izliyor bu filmi? 18 – 35 yaş arası, aşk acısı çeken herkes… Bu insanlar ne kullanıyor şu anda iletişim için? Facebook ve msn… Yoğun olarak… Birinde statü yazıyorsun, birinde ileti… Oraya yazdıracak bir şeyler varsa, tanıtımın hası…

İşte başlangıç sözüm bu işe yaradı… Herkes yazdı iletisine, statüsüne… Yazmaya devam ediyor gittikçe filme…

Müzikleri kullandı yine… Plak satışlarını patlattı… Geçmişe götürdü… İkinci posta parayı da film müzikleri albümünden kazanacak…

Filmde anlatılan her şeyle örtüşüyor şarkılar… Film bir şeyler anlatıyor, ayrı, ama bir de şarkıları anlatıyor… Sözlerinde kayboluyor filme dalıp gidenler…

Şarkıları dinledikçe herkes, her yerde çalındıkça, hele bir de normalde çalınmayan şeyler olduğundan, film konuşuluyor…

Bu işin tanıtım kısmının profesyonelliği… Filmin içi ise muhteşem detaylarla dolu… Herkesin kendinden bir şeyler bulacağı detaylar…

Aşka dair… Anne ile ilişkiye dair… Bunların altını çizmek gerek… Ne kadar iyi gözlem ve tespitler yaptığını Çağan IRMAK’ın… Oyuncuların ne kadar iyi yansıttığını bunları…

Herkes muhteşem rol yapıyor… Rol değil… Yaşıyor… Yaşattırıyor… Her beğendiğim görsel yapımdaki yorumum…

Yemek yerken konuşan gıcık Kerem bey… Kendince süper tespitler yapan… Etrafındaki dolu insanların da gülüştüğü… Her yerde var o modelden…

T-shirt satan, adamın tarzını bilmediği için yardım edemeyen “60’lar 80’ler Retro” çalışan dükkânın satışçısı… Dünya umrunda değil…

Mutfakta çalışanlar… Onlara dair detaylar… Patrona olan saygıları, aynı zamanda samimiyetleri… Şenol’un Alper “Bey” – Alper “Abi” ikilemi, kızların kendi aralarındaki dedikoduları, Alper – Ada kahvaltı hazırlarken arkada elleri köpüklü hayretle onları izleyen çalışan… “Mutlu yıllar paatroon…” derkenki iniş çıkışları… Şaşkınlıkları…

Doğallıklarına ne demeli… Ada’nın kıyafetleri… Konuşması… “Yani” deyişi… Ayrılık öncesi son sahnede, dolma tenceresini çıkardıktan sonra bardağı çıkarıp tezgâha koyarken çıkan sese verdiği "ayyh" tepkisi… Yemeden önce saçları soldan sağdan atışı…

Evden çıkmadan önce, ayrılıktan önceki son tokat öncesi, aptal aptal ne yapacağını bilemez birkaç adım atıp kendi çevresinde dolaşması…

Ada’nın anneyi Tarsus’ta ziyaret ettiği sıradaki kıyafetinin, düğün için aldığı, ama Alper’in beğenmediği kıyafet oluşu…

Sona gelince, Gamze’nin hamileliği ve sonraki sahnede çocuğun kaç yaşında olduğunu kutup ayısı yaşı ile geçen zamanın anlatılması…

Diğer detayları, filmin içeriğine dair yapacağım yorumlarda kullanmak üzere sonraki yazıya aktarıyorum…

NUR ERDEM ÖZEREN
22.11.2008

16 Kasım 2008

73 - Ekonomik Kriz – 2

Birinci kriz yazımı yazdım… Sonra düşünmeye devam ettim… Daha o kadar çok şey vardı ki kafamda… Kriz analizi yapmaya devam etmek istedim… Sosyal açıdan…

Kriz diye diye, bağıra bağıra getirdik krizi demiştim… Şimdi herkes, parası olan olmayan krizi bahane etmeye devam ediyor…

Kimse çeklerini ödemiyor… Kriz var diye… Kimisi de gerçekten ödeyemiyor… Peki sonra ne oluyor?

Siciller zaten birçok insanda kirli… Herkeste bankalar nezdinde risk hat safhada… O yüzden kimse yeni kredi de alamıyor… Bankalar da vermiyor ya, ona ayrıca değineceğim…

Siciller kirlenmeye devam ediyor… Hızla… Temiz kalan birkaç kişinin de ödeyemediği kredi ve çekler, Merkez Bankası nezdinde sicilini kirletiyor…

Peki sonra ne olacak? Bu bankalar nereden para kazanacak? Herkes “kredi alamaz” durumda olup kirlenmişken, kime para “satacak” ve para kazanacaklar? Sadece devlete mi?

Bankaların karları geliyor aklıma burada… Son 5 – 6 yıldır, yeni düzenlemelerle küçük bankalar gitti… Büyükler kaldı… Hiç bakıyor musunuz karlarına? Akıllara zarar karlar açıklıyor bankalar son yıllarda… Katlanarak büyüyorlar…

Şimdi kriz var, hepimiz sıkıştık… Ortada para yok… Dönmüyor… Ama yine en karlı bankalar olacak, ellerindeki paralar daha değerli artık… Ve çok daha “pahalı”ya satıyorlar paralarını… Faizler uçtu uçuyor…

Sicili temiz kredi alabilecek durumda olanlar birbirleri için krediler alıyorlar… İnanılmaz yüksek faizlere…

Sevgili banka sahipleri, genel müdürleri… Sıkışan piyasa daha da sıkışırsa… Ülkemin ekonomisi batmaya devam ederse… Daha doğrusu insanların ve şirketlerin ekonomisi bozulursa…

Nereden para kazanacaksınız? Kimden? Herkes batarsa kime kredi vereceksiniz?

“Sosyal Sorumluluk” olarak tüm bankalar dese ki, “Ey halkım, hepinize 5 – 10 yıl vadeli, öyle kazık faiz oranları ile de değil, kredi veriyorum…”

Verirken kriterlerimi de değiştiriyorum… Senin çekin yazılmış diye vermemezlik etmiyorum… Senin aylık gelirinin üzerinde ödemen var diye de vermemezlik etmiyorum… Ben biliyorum ki, senin o gelirden başka gelirlerin var, kara listede olan yakınlarının gelirleri ile onlar adına aldığın kredileri ödüyorsun…

Acaba bilmiyorlar mı ki, riskli diye yeni kredi vermedikleri onlarca insan batarsa, kredilerin hepsi risklerin en büyüğü haline gelecek…

Hepsi batacak… Alabileceğiniz hiçbir şeyleri kalmayacak insanların… O zaman yeni vereceğiniz kredilerden çok daha fazla riskli olduğunuzu geç anlayacaksınız…

Emlak zengini bankalarımız olacak… Zaten krizi tetikleyen de bu değil mi Türkiye’de de… Ama Amerika’dan farklı bir şekilde…

Bizde ev sahipleri ve müteahhitler çok çakal ya, onlar tetikledi krizi… Maliyetinin 3 – 5 katına ev satarak… Nasıl olsa kredi ile alıyor diye de, bunu vermeye razı oldu yurdumun insanı…

Zaten bir kredi kartı, bir de uzun vadeli kredi taksidi… Bunları ödemediğini zanneden zihniyet ve kredileri fırsat bilen ev sahipleri…

Bir gün gelecek hepsi patlayacak… Emlak zengini bankalar olacak… O zaman bankalardan gerçek değerine alacağız evleri… Başkalarının ahının üzerinde olduğu evleri…

Zor yaşam şartlarının, esnafın yüksek maliyetlerinin, dönmeyen piyasanın temelini kiraların oluşturduğunu düşünüyorum… Esnafın 2 ay ödeyip bir daha ödeyemediği…

Utanmadan bu paraları isteyen, tek gelir kaynağı kira olan, çalışmadan, üretmeden geçimini sağlayan mal sahiplerinin buna dur demesini beklemiyorum… Ama toplum olarak bu kiralara kendimiz dur demek zorundayız… Zaten yakında mecburen diyeceğiz…

NUR ERDEM ÖZEREN
16.11.2008

77 - Ekonomik Kriz’den Nasıl Çıkılır?

Ekonomik krizden kimin ya da neyin çıkması gerekiyor? Bir; kendimizin… İki; ülkemizin…

Ülkemizi nasıl kurtaracağımızla ilgili yorumum, kendimizi kurtarmamızla ilgili… Krizden etkilenen insan sayısı, şirket sayısı azalırsa, ülke de krizi kolay atlatır diye düşünüyorum…

Bu da ne demek? Ülkeyi krizden hükümetin kurtarmasını beklemek yerine, kendi kriz planımızı yapmalı, ama bunu yaparken de geleceği, dolayısıyla ülkemizi düşünerek hareket etmeliyiz…

Babamın her zaman kullandığı, benim daha önce bir yazımda kullandığım bir cümle var… Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın derken, o yılan bin yıl yaşayınca dokunmadık kimse bırakmaz unuturuz…

Kendi krizimizi çözmeye çalışırken; formülü işten çıkarma gibi, giderleri farklı yöntemlerle kısmak gibi, başkalarının ekonomisini bozarak kurtarma politikaları izlersek, bu kısa vadeli bir çözüm olur ve ülke ekonomisini değil kurtarmak, daha kötüye gidişatına neden olur…

Krizden kurtulma yöntemi, masrafları kısmak değil, kenetlenmek ve birlik olmak olmalı… Mesela, yüzde 20 işten çıkarma yapmak yerine tüm çalışanlara yüzde 20 maaş indirimi teklif etseniz, işsiz sayısını arttırmadan tasarruf etmiş olursunuz…

Bir diğer yöntem şöyle bir net örnekle anlatılabilir sanırım… Kim etkilenmeyecek bu krizden? Kim batmayacak?
Yadırgamak için söylemiyorum… Takdir ediyorum aksine… Model alıyorum… Yahudiler… Museviler… Cemaatler… Etnik kökenli gruplar…

Hiç batan Musevi olacak mı sizce? Hayır… Sallanana destek olarak ayakta tutacaklar…

Peki Gülen Cemaati üyelerinden batan olacak mı? Hayır… Bu nedenle dünyanın en büyük sivil toplum örgütü…

Örneğin bu konuda örnek gösterilecek şekilde birbirini tutan gruplardan biri de Kürt kökenli vatandaşlarımızdır… Birbirlerinden alışveriş yaparlar, birbirlerine destek olurlar… İnisiyatif kullanacakları zaman “kendilerinden” olanı tercih ederler…

Mesela biz Trakyalılar ise, tam tersi… Biri yeni bir iş açar… Önce herkes ondan alışveriş yapar… Biraz işi büyüdüğünde de “bu fazla palazlandı, artık o kazanmasın başkasına gidelim” diye desteğini çekip köstek oluruz…

Her zaman söylerim… “Network is everything”… Birbirine tutunan, kenetlenen güçlenir… Bunu bir atasözü ile söylesem aynı etkiyi yaratır mı bilmiyorum… “Birlikten kuvvet doğar”…

Mesela ben bu modeli Tekirdağ Anadolu Lisesi Mezunları için yapmak istedim… Kısmet…

Birbirinden alışveriş yapan, iş yapacağı zaman birbirini tercih eden, işe alım yapacağı zaman onlar arasından seçen, birbirine daha ucuz iş yapan, birbirini kazıklamayan, bu nedenle birbirine güvenen bir 3.000 kişi düşünün…

Bu alışverişler sırasında da fon biriktiren… Bu fonla da ihtiyacı olana ihtiyacı olduğunda yardım eden…

İşte krizden çıkış formülü bu ve bunun gibi küçük gruplara mensup olmak, bu gruptakilerin birbirini finanse edip ayakta tutması, yoksa bile böyle gruplar oluşturmak bence…

Bunun geniş çapta yapılışına biz millet diyoruz aslında… Demeye çalışıyoruz… Ama artık o kadar geniş ki o “millet” denen topluluklar, yıllar geçtikçe o kadar arttı ki insan sayısı ve değerler o kadar ayırdı ki insanları, insanlar farklı gruplara bölünmek zorunda kaldılar…

Zamana ayak uydurmak durumunda olduğumuza göre, ya bir gruba dahil olmalı, ya bir grup olmalı, ya da birbirimize destek olmayı öğrenmeliyiz…

NUR ERDEM ÖZEREN
16.11.2008

15 Kasım 2008

72 - İzindeyiz ATA'm...

İzindeyiz Ata’m… Afişlerde… Yazılarda… Laflarda…

Seni saygıyla anıyoruz Ata’m… O da afişlerde… Yazılarda… Laflarda…

Nasıl mı anıyoruz? Hiç sorma! Onlarca bayramımız var, hepsinde tatil var, programlar yapılıyor…

10 Kasım’larda sana saygı duruşu yapılıyor… 1 dakika. Sadece 1. dakika. Onu bile herkes yapmıyor…

Çok yoğun yaşıyoruz Ata’m… kusurumuza bakma… İş – güç telaşı… Kimimiz şirkette toplantıda oluyor… Kimimiz yorgunluktan uykuda…

Ben yoldaydım… Vatan Caddesi’nde… Sirenler farklı zamanlarda çaldı radyoda ve dışarıda… Bir dakikadan fazla sürdü… İyi de oldu…

Radyoda sirenler çalmaya başladı… Baktım yolda kimsede tık yok… Yol ortasında dururum diye hayal ediyordum 15 dakika öncesine kadar… Herkes yoluna devam ediyordu… Kenara çektim…
İndim… Bir süre sonra sirenler çalmaya başladı… “Tamam!” dedim… Şimdi duracaklar… Durmadılar…

Kusurumuza bakma Ata’m… Seni “saygıyla” anıyoruz… Ama sana 1 dakika “saygı” duruşu yapmaya vaktimiz yok… İşimiz – gücümüz var… Yetişmemiz gereken yerler var… Neme lazım… Geç falan kalırız…

Sonra bindim arabaya… Yola devam ettim… Her yerde afişlerde anıyorduk seni… “Saygı”yla…

Tüm gün olmasın, yarım güne de razıyım… Seni anmak için, sana gerçek “saygı” duruşu yapmak için, yarım gün program da yapsak olur okullarda…

Üniversiteye gittim sonra… 9:15’de derse girdim… Ders yaptık… Seni konuşmadık… Ben açmadan konuyu… Kimsenin gündemi bu değildi…

“Kurumsal Sosyal Sorumluluk” konusuna ekledim seni… “Sosyal Sorumluluk” gereği seni anmak için bir şeyler yapmalı dedim üniversiteler…

Üniversiteliler ise o kadar özgür ki… Törenlere çalışanlar katılıyor sadece… O da zaten 1 dakika… Seni yılda bir kez bir dakika saygı duruşuyla anıyoruz…

Herkes Atatürkçü… Herkes senin hayatını o kadar iyi biliyor ki… 70 yıl sonra öğrendiklerimiz ülkeyi ikiye böldü…

Hakkında o kadar çok belgesel yapıldı ki, bunu da normal karşıladık… Her şeyi biliyorduk seninle ilgili…

O kadar “Atatükçü”yüz ki, sokakta kime sorsan, hangi gence sorsan, senin Nutuk’tan birkaç cümle söyler ezbere…

Senin değerlerini kullanıyoruz… Senin partin varmış… Onu sahiplenenler var… Bir tek onlar Atatürkçü…
Senin yaptıklarını senin döneminin şartlarına göre değerlendiremiyoruz ama olsun… Biz yine de izindeyiz…

21. yüzyıla bir gelsen diyorum… Ya da birilerine ruhunu versen… Ya da mümkünse çoktan vermiş olsan da, birkaç sene içinde 30’lu – 40’lı yaşlarına gelip kurtarmaya başlasa ülkeyi…

Yeniden tarih yazacak bir sen daha lazım bize… Halkı peşinden sürükleyecek, ama kendi amaçları için değil, bu ülkenin hayrı için…

İnanacak… Güvenecek bu millete… Bölmeden, toparlayarak… Herkesin desteğini alacak… Birbirine karşı değil, dışarıya karşı… “Biz” ve “siz”, “diğerleri”, “karşı taraf”, bu ülkeden olmayacak…

Biri lazım Ata’m… Gönder… miş ol ya da… Kurtarsın bizi… Bu “ben”cillikten… İç kavgalardan… Karanlık geleceğimizden…

Umut pompalasın bize… “Biz” kavramını aşılasın… Birlik olmayı öğretsin…

NUR ERDEM ÖZEREN
15.11.2008

10 Kasım 2008

Senin Korkularını Benim İnceliğimi

Ayrılık ne biliyor musun? Ne araya yolların girmesi, ne kapanan kapılar, ne yıldız kayması gecede, ne ceplerde tren tarifesi, ne de turna katarı gökte... İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık. İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini, birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine. Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken, duvarlara dalıp dalıp gitmesi. Türküsünü söylecek kimsesi kalmamak ayrılık. Ödünç sesle konuşan bir kalabalık içinde kendi sesiyle silinmek. Birdenbire büyümesi, gülüşü artık yaprak kıpırdatmayan bir çocuğun. İnsanın yaşlandıkça kendi kuyusuna düşmesi. Bir kadının yatağına uzanan kül bağlamış bir gövde. Saçına rüzgar, sesine ışık düşürememek kimsenin. Parmaklarını sözüne pınar edememek. Uzaklarda bir adamın üşümesi, bir kadın dağlara daldıkça. Işıklı vitrinlere bakmadan geçmek çarşılardan. Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun. Evlerle sokaklar arasında bir ayrım kalmaması. Ayrılık yağmurdan vazgeçiş, sudan üşüme, yalnızca gölge vermesi ağaçların. İyiliğin küfre dönmesi ayrılık. Güneşin bir ceza gibi doğması dünyaya. Başını alıp gitmek gibi bir geri dönüş. İki adımından birisi insanın. Sevincin kundakçısı, hüznün arması ayrılık. Süreğen korkusu inceliğin. Ayrılık o küçük ölüm, usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan.

Şimdi anlıyor musun gidişinin neden ayrılık olmadığını? Bir yaprak düşmesi kadar ancak acısı ve ağırlığı olduğunu. Bir toplama işleminin sonucunu yazmak gibi bir değer taşıdığını. Boşluğa bir boşluk katmadığını. Kar yağdırmadığını yaz ortasında.

Ayrılık, o köpüklü öpüşlerin ardından kalkıp ağzını yıkadığında başlamıştı. Ben bulutları gösterirken, "bulmacanın beş harfli yemek sorusuna" yanıt aramanla halkalanmış; "aşkın şarabının ağzını açtım, yar yüzünden içti murt bende kaldı" türküsü tenimde düğümlenirken, odadan çıkışınla yolunu tutmuş; dağlarda öldürülen çocukların fotoğraflarını bir kenara itip, "bu eteğin üstüne bu bluz yakıştı mı? " dediğinde varacağı yere varmıştı çoktan.

Ne mi yapacağım bundan sonra? Ayak izlerimi silmek için sana gelen bütün yolları tersinden yürüyeceğim önce. Şiir okumayacağım bir süre. Hediyelik eşya satan dükkanların önünden geçmeyeceğim. Senin için biriktirdiğim yağmur suyunu bir gül ağacının dibine dökeceğim. Yeni bir yanlışlık yapmamak için telefonlara çıkmayacağım. Ardı kuş resimli aynalar arayacağım mahalle pazarlarında, gençliğimi anımsamak için. Emekli kahvehanelerinde yaşlılarla konuşarak sonumu görmeye çalışacağım. Fotoğraflarını güneşe koyacağım, bir an önce sararsınlar diye. İçinde ayışığı, iğde kokusu ve begonvil bulunan tüm resimleri duvarlardan indireceğim. Mican türküsünü asacağım yerlerine. Falcı kadınlara inanmayacağım artık. Trafik polislerine adres sormayacağım. Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye. Fesleğenden başka çiçek koymayacağım penceremin önüne. Büyük kentlerin varoşlarında çırpınan üç milyon yurtsuza evmi açacağım. Nerde bir kayıp, bir faili meçhul varsa bıraktığı acının yanına resmini asacağım. Şaşırma yetimi korumak için yeni aşklar bulacağım kendime.

Ne yapacağımı sanıyorsun ki, tenin tenime bu kadar sinmişken; ömrüm azala azala akarken önümde; gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken.. Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime, bıraktığın boşluğu yonta yonta binlerce heykelini yapacağım.

Şükrü Erbaş / İnsanın Acısını İnsan Alır

9 Kasım 2008

71 - Ekonomik Kriz

Kriz geldi… Geliyor… Kapıda… Yolda… Diye diye kriz geldi… İçeride olacak diye beklerken herkes, dışarıdan geldi…

AKP’nin şansı… “N’apalım dünyada kriz var” diyebilecekler… Nitekim diyorlar… Nitekim öyle de…

Aylardır piyasalar sıkışıktı… Daralmıştı… Son 1,5 – 2 yıldır… Ama bu kadar değildi… 7 yıldır seminer veriyorum… Meslek seçimi ile ilgili, lise öğrencileri ve velilerine… Ve orada işsizliğe dair bir örneğim var… 10 yıldır bu ülkede büyük gazetelerin İ.K. ekleri çıkıyor… Kariyer.net TV’ye reklam verecek kadar büyüdü…

Dolayısıyla bu ülkede işsizlik yok, kalifiye eleman sıkıntısı var… Kendini geliştirmemiş, ama tek diploma ile her şeyi yapabileceğini sanan üniversite mezunları var… Üniversite hayatı boyunca deneyim elde etmemiş, hobisi olmayan, naylon staj yapan, iş deneyimi olmayan, öylesine okuluna gidip gelen üniversiteliler…

Ve rekabet arttığı için, artık İ.K.cılar çok profesyonel olduğu için, böyleleri iş bulamıyor…

Ama artık, son bir aydır, işler iyice değişti… Artık İ.K. eklerinde sadece 2 ya da 3 sayfa iş ilanı var… Bir sürü insana iş bulurdum önceden… Her yer durdu… Bu kez gerçekten kriz var… Ama olmayabilirdi… En azından bu kadar sıkı olmayabilirdi…

Dünyada kriz var… Tamam… Ama bu Türkiye’ye gelmeden bizim özel sektörümüz ve medyamız kemerleri bir sıktırdı, piyasada para dönmez oldu… Dolar – Euro çıktı, borsa düştü, felaket tellalları fişekledi, krize daha hızlı ve daha etkili girdik… Ama şimdi döviz oturdu…

İhracat yapanlar etkilenecekti… Dış pazarlar daralmıştı… Ama içeride iş yapanlar için kriz yoktu… Ülkemizde Avrupa’nın en büyük pazarı vardı hala… Artık kalmıyor… Para harcanmıyor…

Büyük şirketler hemen krizi bahane edip yıllardır işten çıkarmak isteyip çıkaramadıklarını çıkarmaya başladı… Sonra da dergilerde röportajlarda ahkâm kesildi, “krizden kurtulma yöntemleri” ile ilgili…

Krizden şirketi mi kurtaracağız, ülkeyi mi? Ülkeyi krizden sadece hükümet mi kurtarabilir?

Elemanlarının bir kısmını işten çıkarırsan şirketini krizden korursun… Masraflarını kısmış olursun… Ama ülkeyi daha çok krize sokarsın… Daha az insan para kazanır… Daha az insan para harcar… Piyasada daha az para döner… Piyasada daha az para döndükçe şirketler daha az yatırım yaparlar, hatta mevcut harcadıkları paraları keserek belli sektörleri bitirirler…

Mesela organizasyon yapmazlar… Organizasyon şirketleri krize girer… İşten çıkarmalar olur… Hatta o organizasyon şirketinin tedarikçisi bir sürü firma sıkıntıya girer…

Mesela reklamları keserler… Önce reklam sektörü, sonra medya sektörü krize girer, eleman çıkarmaya başlar… Tabi yine bu sektörlerin iş ortağı olan tedarikçiler de sıkıntıya girer…

Medyanın her alanında kriz olur… Diziler birer birer yayından kalkmaya başlar… Sadece o dizilerdeki ünlüler değil, onların on katı sayıdaki kamera arkası çalışanları işlerinden olurlar…

Hem bu kadar insan işsiz kalıp para harcayamaz hale gelirler, hem de kriz var diye para kazananlar da harcamazlar… İnsanlar para harcamadıkça KOBİ’ler ve esnaf para kazanamaz…

İnsanlar kemer sıkma politikasıyla dışarıda yemek yemez… Alışverişi keser… Restoranlar, kafeler, mal satan her türlü dükkân krize girer… Oradakiler de işlerinden olurlar… Para kazanamazlar, onlar da harcayamaz…

Krizin başlangıcı olan büyük şirketlerin ciroları da düşer… “Ülkede” kriz olur… Oluyor…

İşte böyle bir kısır döngü başladı… İnsanlar kriz var diye diye para harcamadıklarından en sonunda kendilerine de döner…

Peki, nasıl çıkılır bu krizden? “Bence”si bir sonraki yazımda…

NUR ERDEM ÖZEREN
09.11.2008

5 Ekim 2008

70 - Düellolar ve Türk Medyası

Son günlerde arka arkaya medyaya yansıyan düellolarla karşılaştık… Önce DOĞAN – ERDOĞAN, Sonra KILIÇDAROĞLU – FIRAT…

KILIÇDAROĞLU – FIRAT düellosundan ne çıktı? Sonuç ne? Kim kimi yendi? Hangisi daha temiz şimdi?

İki politikacı, sen mi daha kirlisin ben mi kavgası verdiler… Zaten yeterince kirli olan “Siyaset Kurumu”nu daha da kirlettiler… Siyasete ve siyasetçiye olan güveni daha da azalttılar, öldürdüler…

Ellerinde ne var şimdi? Hangisi dürüstlüğünü kanıtladı? Artık belge göstermek bile hiçbir işe yaramaz hale geldi… Yarısının sahte olduğu iddia ediliyor… Karşılıklı…

Düelloları özledim ben… Ama böyle seviyesiz anlamsız, amaçsız olanlarını değil…

Reha MUHTAR’ın gerçek gazeteci olduğu ve TRT’de gerçek “Ateş Hattı”nda liderleri buluşturduğu düelloları… Ve içeriğinde kimin daha dürüst olduğu değil, kimin hangi konuda ne projesi olduğu konusunun olduğu düellolar…

Bunlar siyaseti yüceltirdi, güzelleştirirdi… Şimdikiler ise daha çok kirletmeye devam ediyor… Ve siyasete girmek isteyebilecek dürüst insanları uzaklaştırıyor… Bu kirlenmiş gömleği giyme isteğini azaltıyor insanlarda…

Bir yandan bakıyorum, bir başbakan, bir medya patronunu nasıl bu kadar büyütüp, direk muhatap alıp 2 – 3 hafta boyunca mikrofonun karşısına her geçtiğinde ondan bahseder?

Bir yandan da, ben her ne kadar sevmesem ve kabullenemesem de, bu kişi sadece bir medya patronu değil, aynı zamanda son yılların en çok vergi verenlerinin başında… Ve malvarlığıyla da listenin üst sıralarında… Hatta en başında…

İki tarafın da eleştirilecek ayrı yönleri var bu çekişmede… Her ne kadar artık küllenmiş ve konu kapanmış olsa da… Her ne hikmetse…

Sayın Başbakan, iki yıl önce yaşanmış Hilton arazisi mevzusunu neden böyle bir dönemde gündeme getirdi? Bu önemli bir soru işareti…

Aydın DOĞAN; nasıl bu kadar samimi ve rahat diyalog içerisinde olabildi Sayın Başbakan’la? Bu noktaya gelene kadar köprünün altından ne sular geçti?

Tabi bunların yanında, Başbakan’ın çizdiği güçlü portre, kendinden emin hal ve hareketleri, eminim destekçilerinin oldukça hoşuna gitmiştir…

Olayın diğer tarafı, Aydın DOĞAN’ın medyasının ne kadar yanlı haber yaptığını daha da gözümüze soktu…

Bu düellodan sonra bir anda Kanal D, CNN Türk ve Star’da çarşı – pazar gezilmeye başlandı… Esnafın durumunun ne kadar kötü olduğu, alışveriş yapanların ne kadar zorlandığı, hayat pahalılığı, enflasyon haber yapılmaya başlandı… Her gün başka bir formatta, başka bir bahaneyle…

Hürriyet – Milliyet – Radikal’de ekonomik krizle ilgili haberler yapılmaya başlandı…

Merak ediyorum, Doğan Medyası editörleri, çalışanları, aylardır başka bir ülkede mi yaşıyordu? Ekonomik kriz, çarşı – pazarda, vatandaşın cebinde yeni mi hissedilmeye başlandı?

Ülkede aylardır her geçen gün daha da zorlaşan ekonomik koşullar var… Bu gerçeği görmeniz ve göstermeniz için Başbakan’ın Aydın DOĞAN’a çatması mı gerekiyordu?

Şimdi bir tez konusu yaşanacak Mart ayında… En büyük medya grubuna karşı iktidar savaşacak… Medya desteği olmadan bir iktidar seçim kazanabilecek mi göreceğiz…

Tam tersini, medya desteğiyle başarı hikâyelerini önce 1999’da ECEVİT – BAHÇELİ ikilisinde gördük… Sonra da daha barizini 2002’de Cem UZAN’da…

Bakalım Mart’taki yerel seçimlerde, en büyük medya grubunu karşısına alan iktidar ne yapacak? Bu durum seçim sonuçlarına nasıl yansıyacak?

NUR ERDEM ÖZEREN
05.10.2008

4 Ekim 2008

69 - Ailemin Dördüncü Ferdi…

Çok özledim seni… Tam 5 yıl oldu… 10 yıllık birlikteliğin sonrasında… Senden ayrılalı… 60 aydır her ay geliyorum seni ziyarete… Seni unutmuyorum… Dertleşiyorum… Özlüyorum…

Son 1,5 ayın geliyor aklıma… Nasıl “kurtar beni bu dertten” diyen gözlerle bakışın… Bir sürü operasyon geçirişin… Benim seni kurtaramayışım… Kimsenin kurtaramayışı…

Son gece hiç çıkmadı aklımdan… 25 Eylül’ü 26 Eylül’e bağlayan gece… Saat 3’ü 23 geçerken… Son kez görmek istedin beni… Narkozun etkisiyle deliksiz uyurken, son nefesini vermeden görmek istedin beni… Yattığın yerden doğruldun… Onur’a beni çağırttırdın…

Ellerimde vermek istedin son nefesini… Başın iki elimin arasındayken… Ben senin, sen benim kokumu duyacak kadar yakınındayken…

10 saniyede geldi Burak abi… Ellerim titreyerek 15 dakika uğraştım ben de onunla… Seni geri getirmek için… “Ne olur gitme” diye bağırarak… Suni teneffüs… Kalp masajı…

Kurtaramadım seni… Gücüm yetmedi… Ayrılma zamanını ötelemeye… 2 ay her gece rüyamda kurtardım seni sonra…

Kendi ellerimle, bezlerinden birine sarıp, ilk defa arabanın bagajına koydum seni bir yolculukta… Kendim kazdım toprağı…

En acısı da bedeninle son kez vedalaşmaktı… Sertleşmiş… Soğuk… Başını elimin arasına son kez alıp sevdikten sonra… Üzerine toprak örtmek…

O günden sonra her ay geldim sana… Seni unutmamak için… Beni en iyi anlayan, en iyi dinleyen dostumla dertleşmek için… Kimseye anlatamadıklarımı anlatmak için…

İhanet etmek istemedim sana… Bir başka dost edinerek… Ve bu acıyı bir daha yaşamak istemedim…

Şifrelerimde yaşıyorsun… Unutmuyorum..

Seni çok özledim… Özledik… En çok da Nuriş… ve ben… Ama herkes özledi seni… Çevremdeki herkes, sen gidince daha iyi anladı kıymetini…

Herkes o kadar kabullenmişti ki, senden sonra taziyeye geldiler… Kendilerini yadırgayarak..

Senden sonra… Bir yıl boyunca Fruko şişelerini atamadım önce… Sana vermek için… 5 dakika oynayıp kapağını çıkar diye…

İstanbul’dan dönünce kapıyı sen açacaksın sandım yine… Vücudunu oradan oraya sallayarak… Bazen dayanamayıp seslendim içeriden çık gel diye…

Zincirini kaldırmadım hala… Girişte asılı duruyor… Koltuğunu atmadım… Sadece senin yattığın… Odamda hala… Kokunla…

Gümüş “sen” boynumda hala… Yazları da cebimde… 15 yıldır…

Ama sahile inemiyorum artık… Seninle yürüdüğüm… Seninle yürümeyi öğrendiğim…

Sayende çok şey öğrendim… Bir sürü insanla sayende tanıştım… Sen yokken tanışmayı öğrendim… Sosyalleştim… Seninle büyüdüm…

Vefalılığı öğrendim… Hangi gün, hangi saatte gelirsem geleyim sevinçle karşıladın beni… Sevginin karşılıksız olabileceğini öğrendim…

Konuşmadan gözlerle neler anlatılabileceğini öğrendim… Dilin yoktu sadece… Her şeyi anlıyor, her şeye tepkini verip kendini anlatıyordun… Ben de seni anlıyordum… Konuşmadan anlamayı da öğrendim insanları…

Minnettarım sana… Seninle birlikte büyüdüğüm için… Sevgiyi daha iyi anlattığın için… Bana çok şey öğrettiğin için… Nuriş’i hiç yalnız bırakmadığın için…

İnsan olmayan bir varlığa bu kadar değer verdiğim için yadırgadı herkes… Ben o değeri hala veriyorum sana… Sen benim ailemin dördüncü ferdiydin, hala öylesin… Öyle kalacaksın…

Biz seni çok özlüyoruz… Hepimiz… İçimizde sonsuza kadar yaşayacağız… Zaman sadece acımızı külleştirdi… Artık ağlamadan anıyoruz seni… Anılarla… Resimlerinle… DAISY.

NUR ERDEM ÖZEREN
04.10.2008

21 Eylül 2008

68 - Ahlaksızlaşan Türk Toplumu

Biri o taraftan, biri bu taraftan… O mu çalmış, bu mu çalmış? Herkes birbirini suçluyor… Karşı taraf zimmetine para geçirmiş, yolsuzluk yapıyor… Bizim taraf tertemiz…

Son günlerde arka arkaya patlak veren yolsuzluk, usulsüzlük haberlerine bakınca, soruna hepimizin çok farklı ve saldırgan yaklaştığımızı görüyorum…

Bir tarafta Deniz Feneri Derneği, insanların dini duygularını sömürüp, bunları kullanarak yoksullar için para toplayıp, birazını yoksullara, birazını kendine alan, birazıyla da kendi görüşü için yatırım yapan şerefsizler…

Diğer tarafta 19 yıl bir sendikada işçi dostuymuş gibi başkanlık yapan, sonra da lüks arabalar ve lüks yaşamdan vazgeçemeyen, kendine teklif edilen danışmanlığı üniversiteyi bile bitirip bitirmediğini hala bilmediği oğluna bağlatan bir eski başkan…

Dikkat edin… İkisi de “karşı taraf”… Diğer tarafa göre… Taraflarını bir kenara bakalım… Suçlamalara verdikleri cevaplara, açıklamalarına bakalım…

Bayram Meral, açıklamasını yaparken “Ecevit bile danışmanlık yapmış”, “Bilmemkimin oğlu da bilmemnerden maaş alıyor” gibi açıklamalar yapıyor…

Bu onu haklı mı çıkarır? Herkes yapıyor ben de yaptım demek bir milletvekiline yakışıyor mu? Bu mu milletin vekili? Bizi temsil eden kişi? Evet, aynen budur bizim yansımamız…

Diğer taraftaki şerefsiz ve arkadaşları ise, çok net bir şekilde “Bağışları harcadık, özür dileriz” diyebiliyor mahkemede… Bu hakareti kolay kolay kullanmam kimse için, ama bu kelimenin tam anlamıyla şeref-sizlik…

Harcadığı para öyle 300 – 500 milyon falan değil, trilyonlar… Ve bu paranın toplanma amacı yoksullara yardım etmek…

Peki, bütün bunlardan nereye geleceğim… Ahlakımızın nasıl bozulduğuna… Ve bunun Türk toplumunun ne yazık ki her kademesine, her yerine yerleşmesine…

Milletin vekili, gerçekten bu milleti temsil ediyor… O kadar kirlendi ki Türk toplumu… Ve kime sorsanız kendi dürüst, “diğer taraf” hırsız…

Her dönem yolsuzluklarla doluyuz… Belediyeler… Üniversiteler… Okullar… Dernekler… Vakıflar… Devlet daireleri… Şirketler…

Herkes birilerini dolandırıyor… Şirketini… Devletini… Arkadaşlarını… Tanımadığı insanları…

Bizse bununla uğraşmıyoruz… Bunu kimin yaptığını analiz ederken, “karşı taraf” bahanesine sığınıp, dönemin “karşı taraf”ını suçluyoruz…

Ve bu yolsuzlukları sadece siyasetçiler yapıyormuş gibi siyaseti kirletiyoruz… Nerede bürokratlar? O ihalelerin altına imza atan… Her yerde var yolsuzluk… Her “taraf”ta…

3 gün sonra eleştirenler “karşı taraf” oluyor… O dönem başa geçen de yemeye devam ediyor… “Başkası da yaptı, yapıyor” haklı gerekçe oluveriyor icraata geçince…

Toplumun ahlaksızlığını konuşup, buna çözüm bulacağımıza, bunun için uğraşacağımıza, bunu bir malzeme olarak kullanıp karşı tarafı suçluyoruz…

Hırsızlık kavramını birinin cebinden para almaktan ibaret zannediyoruz hala… Binbir çeşidini yaşamamıza rağmen, bunu hırsızlık olarak adlandırıp kınamıyoruz… Haklı sebepler, kulplar buluyoruz…

İçimiz kirlendi artık… Temizlenelim… AKP’ymiş, MHP’ymiş, CHP’ymiş, iktidarmış, muhalefetmiş… Ne fark eder? Hiçbir şey!

Toplum olarak temizlenmeliyiz… Karşı tarafa değil kendimize bakarak…

Dürüstlük artık bir meziyet değil, yıllar öncesi gibi “herkeste olması gereken bir özellik” olmalı yine…

NUR ERDEM ÖZEREN
21.09.2008

67 - 2017’ye Kadar Ramazanlar…

Önümüzdeki yıllarda Türkiye’yi bir sosyal kargaşa bekliyor diye düşünüyorum… Ramazan nedeniyle… Yaza gelecek olması nedeniyle… İnsanların birbirlerinin dini yaşamalarına karışma ve başkası adına karar verme tutkuları nedeniyle…

Bu yıl ucundan dönüldü… Eylül ayının tamamı Ramazan… Seneye, Ağustos 20’den başlayacak… 3 yıl sonra ise Ağustos’un tamamı Ramazan olacak…

2017 yılına kadar yazları yaşayacağız Ramazan’ı… Günler uzun olacak… Her geçen yıl daha da zorlaşacak oruç tutmak… Ve her geçen yıl daha da azalacak oruç tutanlar…

Bu mudur Müslüman olma ölçütü? Oruç tutmayan kâfir midir? Herkesin dini inancı kendine… Takdiri Allah’tan, kulla arasında…

İşin diğer tarafı, oruç tutmayıp, üzerine bir de Ramazan’da da içki içip eğlence hayatına devam eden, ya da rakı sofrasında kadehlerini tokuşturanlar…

Ben onları da yadırgamıyorum… Bu da onlarla Allah arasında… Müslüman olma ölçütü bu da değil… Buna kimse karar veremez…

Bir de ne olursa olsun orucunu tutan, dinini daha kurallarıyla yaşayanlar var… Aralarında bazı uç noktadakiler de, bunu yapmayanları, yani oruç tutmayanları kınıyor, hatta bazıları nefret ediyor…

Hele ki Ramazan’da içki içmeleri, daha da büyük suç… İşte bu uç noktalardakiler önümüzdeki on bir yıl çok karşı karşıya gelecekler…

İstanbul’da Taksim başta olmak üzere eğlence mekânları açık olmaya devam edecek… İnsanlar eğlenmeye gidecek… İçki içecek…

Kimi çalışanlar taşradan gelmiş, gündüzleri oruç tutan, dinine bağlı insanlar olacak bu mekânlarda… Ve onlar bu kişilere içki servisi yapacak, hizmet edecek… Ama nasıl?

Günler uzadığından oruç tutmayacak bir kısım insan ve gerçekten her geçen gün dininden uzaklaşacak… İnancı azalacak…

Sokaklarda elinde yemeklerle gezen insanlar artacak, her geçen gün daha da normal karşılanacak oruç tutmuyor olmak, oruç tutmayanların çoğunlukta olduğu bir yaşam olacak… Yaz ortasında…

Hele ki Bodrum, Antalya, vb. gibi tatil yerleri… Oralarda tam gaz devam edecek her şey…Ramazan’a aldırmaksızın…

Gazetelerde televizyonlarda haber yapacaklar tatil semtlerindeki eğlenceleri… Buna bilenecekler “dinsizler” diye…

Zaten provoke etmeye bayılan medya, toplumu ikiye bölüp birbirine düşürmeye bayılan “birileri”, yine ikiye bölecek bu şekilde…

Ve bunun dönemin iktidarı ile de hiç ilgisi olmayacak… Kim olursa olsun yaşanacak bunlar…

AKP iktidarı olsa, birkaç yasak koyulacak ya da inisiyatif kullanılarak Ramazan’a özel uygulama olacak, “işte ülkenin hali” diye yaygara kopacak…

CHP olsa, sosyal demokrat olacağı tutacak, herkese özgürlük diyecek ve “dinsiz bunlar” diye yaygara kopacak…

Yani kulp takmak istedikten sonra, hangi iktidar olsa bir bahane bulunacak… Ama sebep iktidar değil, toplumun yapısı olacak…

Bir yanda bilinçsizce dinin suyunu çıkaranlar, diğer yanda onların gözüne sokar gibi yaşamayı modernlik sananlar, birbirine saygısı olmayan bir toplum… Ve bunu körükleyen medya, diğer “birileri”…

Bir türlü ortada yaşayamadık dini… Hep uçlardayız… Ve bunun çarpışacağı yıllar geldi çattı işte… Modernleşen Türkiye’nin tarihi…

Yıllarca bir yanda dini siyasete alet edenler, bir yanda da dini unutan, -mış gibi yaparak yaşayanlar…

Umarım felaket tellallığı gibi algılanmaz ve umarım bu tespitlerim yaşanmaz… Ama durum bunu gösteriyor gibi geliyor bana…

NUR ERDEM ÖZEREN
21.09.2008

13 Eylül 2008

66 - 12 Eylül'ün Yıldönümü

Dün 12 Eylül’dü… Ama ne gazetelerde, ne de televizyonlarda gündemin merkezinde 12 Eylül yoktu… Bambaşka “güncel” konularla dolu bir gündem…

Türk medyası, Türk toplumu hala 12 Eylül’ü konuşamıyor… Haber bile yapamıyor… Geçmişe götürüp muhasebesini yapamıyor…

Yumuşatarak 27 Mayıs’ı taşıdık geçen yıl gündeme… Hatırla Sevgili dizisi ile… Helal olsun dizinin yapımcısı Tomris GİRİTLİOĞLU’na…

Ama işte orada kalmış her şey… Araya yaz girdi, 12 Eylül’ü unutturmamak ve ders almak için hiçbir adım yok ortada…

Gençlere 12 Eylül’ü öğretmenin, önemini anlatmanın, ders çıkarmalarını sağlamanın zamanı gelmedi mi acaba?

Sokakta 12 Eylül’ü sorun, “neyin yıldönümü?” diye, 11 Eylül İkiz Kulelere yapılan saldırı ile karıştıran binlerce insan var Türkiye’de…

Hangi süreçlerden geçildi de o noktaya gelindi, “12 Eylül Dönemi” denen şey nedir, sonrasında neler olmuştur… Bunları öğretmemiz gerekmiyor mu hala?

1945 sonrasını 2.Dünya Savaşı ve sonrasından ibaret sanan bir nesil yetiştirdik, 12 Eylül’ün eseri olarak, apolitik…

Liselerde son 60 yıllık Cumhuriyet tarihimizin anlatılması gerekirken, lise mezunu milyonlar Cumhuriyet tarihini kuruluşundan sonra bilmiyor… Atatürk ölüyor, İnönü dönemi başlıyor, 7 – 8 sene sonra Cumhuriyet tarihi bitiveriyor…

Üniversitelerde bile Cumhuriyet tarihi pek anlatılmıyor… Üniversitenin ilk yılında özgürlük aşkıyla yanıp tutuşan ve bu nedenle girmedikleri devam mecburiyeti olmayan derslerde gençlere anlatılan 12 Eylül… Ne kadar faydalı…

Ne 60 ihtilalini biliyorlar, ne 71 muhtırasını, ne de 80 ihtilalini… Bedellerini ödüyorlar, ama nedeninin bilmeden…

12 Eylül’ün anayasasının getirdiği MGK’nın ülke yönetimindeki yerini, o dönemde hazırlana Anayasa temelinde yönetildiklerini bilmiyorlar…

Sadece 2 partili 83 seçimini, bunun getirdiği yen politikacı profilini, nasıl ve ne şekilde bu kadar apolitik hale getirildiklerini bilmiyorlar…

Anne – babaları da anlatmıyor nedense… O dönemi yaşamış olanlar… Arkadaşlarını 70’lerin sonunda kaybedenler, üniversiteye gidemeyenler, “sokağa çıkma yasağı” denen şeyi yaşamış olan ve ne olduğunu bilenler…

Kimse çocuklarına, gençlere bunları anlatmıyor, tek bir dizi bunu yapınca da hayretler içinde izleyen Türk gençliği için “inanılmaz olaylar” oluyor…

Türk insanı bunu yaşadı… O gençlerin anneleri babaları o dönemi yaşadı… Asker tarafından yönetilmenin ne demek olduğunu, sıkıyönetimi, sokağa çıkma yasaklarını biliyor…

Ama gençler; neden 12 Eylül oldu, bugün nasıl bu kadar kutuplaşmış ya da süper apolitik olacak şekilde hep uçlardalar bilmiyorlar…

Kenan EVREN’i sıradan bir “eski Cumhurbaşkanı” zannediyorlar, hobisi ressamlık olan… Bu ülkeye neler yaşattığından habersizce…

Bizse hala korkuyoruz konuşmaya… Böyle yazılar yazmaya, 12 Eylül’ü anlatmaya, üzerinde yorum yapmaya, eleştirmeye, derinlemesine incelemeye, sebeplerini öğrenmeye, o dönem insanlara eziyet edenleri cezalandırmaya, o dönemin getirilerinden sıyrılmaya, 12 Eylül Anayasası’ndan kurtulamaya, MGK’yı kaldırmaya, askerin etkinliğini sorgulamaya, siyaseti gençlere “Türk Siyaset Tarihi”ni anlatarak anlatmaya, nları siyasileştirmeye… KORKUYORUZ…

Biz korktukça da 12 Eylül’ün apolitik gençleri daha da vurdumduymaz ve apolitik olmaya, uçlarındakiler de daha da uçlarda olmaya devam ediyor… Ve Türkiye her geçen gün daha da kutuplaşıyor…

Bizse buna dur demenin yolunun gençlere gerçek tarihi anlatmaktan geçtiğini anlamıyoruz…

NUR ERDEM ÖZEREN
13.09.2008

31 Ağustos 2008

65 - Üniversite Öğrencilerine Burs

Geçen gün bir kardeşim aradı, İstanbul’da üniversiteyi kazanmış, burs aradığını söyledi, yardımcı olmamı istedi… Buluştuk, konuşunca inanamadım, çıldıracaktım, geçmişte yaşadığım bir olayı da hatırladım…

Önce hemen yardımcı olmaya çalıştım, güvenimden insanlara… Bir kez daha güvenimi kıracağını bilmeden… Kiminle iletişime geçebileceğini, nasıl arayabileceğini falan anlattım…

Sonra sordum, “annen – baban çalışıyor mu, yaşıyor mu, gelir durumunuz ne, başka okuyan kardeşin var mı” diye… İkisi de yaşıyor, baba çalışıyor, anne ev hanımı, halleri vakitleri yerlerinde…

Peki dedim, sen neden istiyorsun bu bursu? “Araba alacağım abi, alamasam da, ayda 500 lirayla geçinmek var, 1000 lirayla geçinmek var”…

Seviyorum bu çocuğu… O nedenle kendimi tuttum… Güldüm… “Ben sana burs konusunda yardımcı olmam, o sana söylediğim arkadaşı da arama, o da olmaz”…

Sonra sordum; “Sen kendine bunu nasıl yakıştırıyorsun? Utanmıyor musun benden bunu istemeye?”… “Senin de tanıdığın bir sürü arkadaşın yok mu o alacağın bursa ihtiyacı olan?”… “Senin için 2 günlük bir para olan 100 – 150 YTL ile bir haftayı geçirecek kadar o bursa ihtiyacı olan binlerce insan varken, bence sen bunu yapma, sana yakışmıyor” dedim…

Yanından ayrılınca arkadaşımı arayıp ismini verdim… Ararsa yardımcı olma diye…

Sonra aklıma yıllar önce okulda yaşadığım bir olay geldi… 2000 – 2004 yılı arasında Tekirdağ Anadolu Lisesi Tercih Komisyonu’ndaydım… 500’den fazla öğrenciye birebir tercih ve kariyer danışmanlığı yaptım…

Tercihleri yaparken, öğrenciler aynı formda burs başvurusunu da dolduruyordu…

Yıllardır çok yakından tanıdığım, aileden oldukça zengin, hatta okulda insanlara burs verebilecek kadar zengin olan ve bunu da tüm okuldaki öğretmenlerin bildiği bir arkadaşım formunu teslim ediyordu… Tamamı vakıf üniversitesi… Bir öğretmenim burs kısmını doldurmadığını gördü ve “aaa, burs başvurusu neden yapmadın, doldursana herkese veriyorlar…”

Çıldırdım! “Hocam, siz nasıl öğretmensiniz ya? İnanamıyorum size? Nasıl utanmadan bunu teklif ediyorsunuz bu adama?!”…

Hocam kendini şaşırdı… Benden böyle bir tepki beklemiyordu… Eveledi geveledi…

“Bu bursa ihtiyacı olan onlarca öğrenci var, bunun gibi adamlar yazıp aldığı için onların bazılarına çıkmıyor, ya da verilenlere de bu nedenle kuş kadar burs veriliyor…”

Ben bunu anlayamıyorum… Bir öğretmenin sistemin çarpıklığını öğrencisine kullandırtmaya çalışmasını… Ona bunu öğretircesine örnek olup yönlendirmesini…

Hadi bırakın öğretmen olmayı, bu bursa ihtiyacı olan onlarca öğrenci varken herhangi bir insanın böyle düşünmesini…

Ama ne yazık ki sistem böyle ve bunu da herkes değerlendirmeye çalışıyor… İhtiyacı olmayan insanlar burs başvurusu yapıp alıyor, hatta bu paralarla geçiniyor üniversitede…

Memleketimin ücra köşelerinde de çocuklarımız parasızlıktan okuyamıyor… Nasıl vicdandır? Hiç mi görülmez yanı başımızdaki arkadaşımızın çektiği maddi sıkıntılar…

Daha önce bir yazımda aynı şeyi yazmıştım… Çocukken büyüyünce çok zengin olup bütün ihtiyacı olanlara yardım etmeyi hayal ederdim… Büyünce anladım ki, bu sürede o kadar zengin olamam… Onun yerine en doğrusunun Robin Hood olmak olduğuna, geniş bir çevreye sahip olup, parası olandan alıp olmayana vermenin asıl yapabileceğim şey olduğuna karar verdim…

Şimdi ne mutlu ki bu yıldan itibaren Mezunlar Derneğimizin bir burs fonu var artık…

NUR ERDEM ÖZEREN
31.08.2008

23 Ağustos 2008

64 - Tatil Eğlencesi Anlayışı – 2

Birkaç gün önce tatil yörelerindeki mekânlarda insanların eğlence şekliyle ilgili eleştiri ve yorumlarımı yazmıştım… Yazımın ertesi günü iki büyük gazetenin Pazar günü eklerindeki “haber”ler nedeniyle ikinci bir yazı yazmaya gerek duydum…

İlk haber Sabah’ta… “İşte Türkiye’nin konuştuğu mekan!” başlığıyla, Bodrum’daki Ship A Hoy Haber haber yapılmış… Ana sayfada “3 ay açık kalıyor, vergi rekortmeni oluyor” diye başlıyor haber, takdir ederek okumaya başlıyorum, bu güzel başlangıçla… Bodrum’da birinci, Muğla’da 3 oluyormuş 3 aylık yaptığı işle… Ama bu takdir edilerek bu haber yapılmamış…

Sonra hem ana sayfada devamında, hem de 3. sayfada başlıkla hayal kırıklığına uğruyorum, bir mekânın böyle anlatılmasına inanamayarak… “Ship A Hoy’da eğlence şık kızlar, zengin beyler ve yüksek hesap demek”…

Bir eğlence yeri, kaliteli hizmetiyle, çalışanlarının müşterilere davranışlarıyla, temiz yiyecek içecekleriyle, kendinizi iyi hissetmenizle, müziğiyle veya benzer yönleriyle değil de, oraya gelenleri ödedikleri hesaplarla, maddi durumlarıyla, kızların güzellikleriyle anlatılıp tanıtılıyor…

İnanamadım yazılanlara… Aralarından bazılarını seçtim… Daha iyi anlatamam herhalde…

“Kadınlar dekolte kıyafetler ve full makyajı, erkekler ise takım elbise ya da jean üstü keten gömlekleri tercih ediyor”… Yaz sıcağında Bodrum’da gece çıkarken takım elbise giyen kimse görmedim ben…

“İçkilerin kadeh fiyatı… bir şişe açma fiyatı…” yine aynı mantık… Şişe açmak… “Mekandaki 5 beyaz locanın fiyatı … Locada 3 ila 6 kişi oturabiliyor…” Loca…

“… localar da yavaş yavaş dolmaya başlıyor… Ancak burada kimseyi “dağıtırken” görmek mümkün değil. Çünkü hanımlar ve beyler, şık ve cool hallerinden taviz vermeye hiç mi hiç yanaşmıyor…” işte eğlence anlayışı… İşte benim eleştirdiğim şeyin takdir edilircesine yazılışı…

“Gündüz beachlerde takıp takıştıran “tiki kızlar”ın hepsini burada görmek mümkün”… Bu tabiri kabul eden kaç kız var acaba?

“Tabii bu kızlar Ship A Hoy’a; dekolte elbiseleri, fönlü saçları, ince topuklu ayakkabıları ve full makyajları ile geliyor”… Ne tarif ama…

“Mekanda fiyatlar isimlere ve tiplere göre belirleniyor. Bir masada 1.200 YTL’ye bir şişe votka açılırken yan masaya aynı içki 600 YTL’ye gelebiliyor.”… Bunu okuyan müşterinin ne kadar hoşuna gider acaba?

Amacın mekânın reklamını yapmak olduğu çok belli… Para verip haber yaptırma devrinin meyveleri… Ama bu reklam ne kadar işe yarar, ne kadar tepki çeker düşünülmemiş…

Benzer mantıkla hazırlanan başka bir haber aynı gün Hürriyet’te… Ekinin baş sayfasında, Çeşme’nin artık Bodrum’un alternatifi olduğundan, tatilcilerin akın ettiğinden bahsediliyor… Sonra da Çeşme’de nerelere gidilir başlığı altında iki sayfa boyunca birçok mekânın reklamı yapılıyor…

Son 5 yıldır, İzmir Belediyesi, Çeşme Belediyesi, Çeşme’deki Ticaret Odası vb. kurumlar, bu işe bütçe ayırmış Çeşme’yi Bodrum’un alternatifi tatil ve eğlence merkezi gibi göstermeye çalışıyorlar...

Aslında kimsenin akın ettiği falan yok… Sadece hafta sonları, İzmirlilerin yazlık yeri olmaktan öteye geçemedi Çeşme… Pazartesi günü gidin, bomboş… Buna rağmen parayla yapılan haberler hala Çeşme’yi Bodrumun alternatifiy”miş gibi” gösteriyor…

İzmirlilere sorsanız, İstanbulluların ve diğer illerden insanların gelmesinden rahatsız… Nezih eğlence ve tatil yerleri ellerinden gidiyor…

Parayla haber satmak, haber yapmak… Yeni moda oldu, kendine haberci diyen, gazeteci diyenlerin gelir kaynağı… Gerçek habercilere yazık… Ve paranın eğlencenin anlatılma kriteri olması… Ben dayanamıyorum…

NUR ERDEM ÖZEREN
23.08.2008

17 Ağustos 2008

63 - Ahmedinejad ve İstanbul Trafiği

Geçtiğimiz Perşembe – Cuma İstanbul’da herkes trafik çilesi çekti… Sebep? Ahmedinejad’ın ziyareti, gideceği yerlere güvenli gitmesi için önlem alınması… Değdi mi? Kim daha değerli? Ahmedinejad mı, İstanbullu mu?

Ben Cumhurbaşkanlarının, Başbakanların, Milletvekillerinin ve diğer üst düzey bürokrat ve devlet adamlarının her türlü imkânı kullanarak daha az zaman harcayacak şekilde iş yapmalarından yanayım… Onlar ülkelerini, şehirlerini, vatandaşlarını temsil eden insanlar ve onların her dakikası değerli…

En iyi ve donanımlı arabaya binmeyi de, özel uçak ve helikopterlere sahip olmayı da, özel korumaları da, daha birçok özel muameleyi de hak ediyorlar… Ve biz de bu kişileri bunu gerçekten hak ediyorlarsa seçmeliyiz…

Ancak burada iki önemli detay daha var… Birincisi, bu devlet adamlarının hangi devletin adamı olduğuna bakılmaksızın aynı imkânlar sunulmalı… Talabani – Barzani gibi istisnalar hariç…

İkincisi ve daha önemlisi ise, bizim devlet adamlarımıza o ülkede sunulan imkân ve uygulanan muamele ile karşılaştırıyor olmalıyız bir yandan da… Bize ikinci sınıf dünya ülkesi muamelesi yapan, Anıtkabir ziyaretini gereksiz bulduğu için Ankara’ya değil İstanbul’a gelen bir devlet adamına bir yerlerde bir tepki verilmeliydi devletimce…

Bunların yanında asıl yanlış olan ise, Ahmedinejad’ın kendi ülkesi vatandaşına verdiği değeri bizim kendi vatandaşımıza göstermediğimizi onun diline bile düşürerek “ben ülkemde yolları kapatmazdım” dedirtecek uygulamalar yapılması…

Aslında ne kadar halktan biri olduğunu gösterircesine Cuma namazındaki davranışları, verdiği demeçler, siyaset – din ayrımına dikkatle yaptığı açıklamalar, herkese ders verir nitelikteydi… Anlayana…

Trafiğe gelince, sorun sadece yolların kapanması da değil… Bunun hiçbir haber ve bilgi verilmeksizin yapılıyor olması… Bir gece önce hiçbir haber bülteninde ya da radyoda konudan bahsedilmemesi…

Eğer bir suikast düzenlenecekse, bu en beklenmedik anda ve yerde zaten gelecektir… Ayrıca bunu yapacak kişinin gözüne sokar gibi trafiği kapatıp o güzergâhta “buyur gel buradayız” demek de ne kadar güvenli bilemiyorum…

Sivil sıradan bir araçla trafiğin içinden geçerek gitmek daha mı az güvenli? Kimsenin Ahmedinejad’ın içeride olacağını tahmin edemeyeceği…

Bunu sadece bugüne ve Ahmedinejad’a da yüklemek yanlış… Daha 2,5 ay önce, 1 Mayıs’ta aynısını yaşamadık mı? Ya da ondan birkaç hafta önce Polis Bayramı’nda…

Her yapılacak gösteride, her gelen devlet başkanında, her önemli günde, adı önlem almak, uygulamada ne almak olduğu belli olmayan işler…

Kapat Taksim’i trafiğe, Beşiktaş’ı, Mecidiyeköy’ü, sonra alternatif yollarla İstanbul’da trafiği akıtmaya çalış… O alternatif yollarda da onlarca yol çalışması varken…

Yapılan onca hizmeti ve çalışmayı bir anda hiç eden uygulamalar bunlar… Vatandaşına verdiğin değeri gösteren…

Trafiğin durmasının sebep olduğu iş kaybını, yapılamayan toplantıların, gidilemeyen ofislerdeki kaçan çalışmaların, ekonominin önemli kısmının merkezi olan İstanbul’daki ekonomiye zararlarını düşünmeden yapılan düşüncesizce uygulamalar…

Ahmet Necdet Sezer’in yaptığı gibi kırmızı ışıkta durma şovunu da yapmayın halktan biriyim derken, sizin her dakikanız değerli olmalı, yapacak çok işiniz olmalı ve hiçbir yerde beklememelisiniz… Ama bunu yaparken de 15 milyon kişinin hayatını felç etmeye, hatta belki onlarca kişinin ambulans – yol problemi yüzünden hayatına sebep olmaya hakkınız yok…

NUR ERDEM ÖZEREN
17.08.2008