30 Aralık 2006

09 - Saddam HÜSEYİN ve “Büyük Ortadoğu Projesi”

Bu yazıyı yazmaya 2 ay önce başlamıştım. Ama sonra bekledim. Ne kadar süreceğini merak ettim. Saddam konusuna ne kadar önem verecekti Türk Medyası... Sadece 10 gün sürdü... Bizim çok daha önemli konularımız vardı haberlere konu olması gereken...

“Irak Eski Devlet Başkanı” Saddam HÜSEYİN asıldı bu sabah... Benim bu yazıyı yazmaya ilk başladığım günün sabahı... Bazı Iraklılar’a göre “şehit oldu”... Ve bana göre de A.B.D.’nin güçsüzlüğünün son göstergesiydi bu idam...

A.B.D.’nin bugüne kadar yaptığı operasyonların en “kanlı”sı, en uzun süreli olanlarından biriydi “Irak Operasyonu”, ve tarihe Wietnam’dan bile daha büyük bir yenilgi olarak geçecek... Öldürülen onca insana, idam edilen Saddam Hüseyin’e rağmen... “Hezimet” oldu A.B.D. için...

Nasıl başlamıştı? Amaç neydi? Bulunabildi mi nükleer silahlar? Peki “demokrasi” geldi mi Irak’a? Sorsalar Irak halkına, demokrasiyi Saddam’ı idam etmeden uygulasalar, “Irak halkı” istemez miydi acaba Saddam’ı? Şimdi “kimin” demokrasisi uygulanacak? “Irak Halkı”nın mı?

Neden Saddam’dan başlandı “A.B.D.’nin” “Büyük Orta Doğu Projesi” çerçevesindeki “Devlet Başkanları” katline? Çünkü Saddam kendi devletinin başkanı değildi sadece... Orta Doğu’nun liderliğine oynuyordu... Asıl onun bir “Büyük Orta Doğu Projesi” vardı, “Müslüman Ülkeleri” bir araya getirmek istediği, ve kendisinin başına geçmeyi planladığı... Asıl bu yüzden, A.B.D.’nin Saddam’ın gücünden korktuğunu düşünüyorum..

Neden idam edildi Saddam? Bitmeyen onca davası varken... 148 Şii’yi “katlettiği” için mi? Sadece 148 kişi mi? İnsan hayatı önemli bence, 1 kişi bile olsa ceza verilmeli... Ama neden “katledildi” 148 Şii? Yorum yapan kaç kişi biliyor?

Bu “katliamı” ve Saddam’ın yaptığı daha bir çok “katliam”ı bir “devlet başkanı” sıfatı ile yaptığının göz ardı edildiğini düşünüyorum.

Saddam bir devlet başkanıydı, ve Türkiye de dahil olmak üzere bir çok ülkenin devlet başkanı dönem dönem “katliam” yapmıştır bugüne kadar, ve hala da yapıyor, “devletinin çıkarları” için... Hepsi idam ediliyor mu? O zaman şimdi Bush’u ne yapacağız? Neresinden asacağız yaptığı katliamlar için?

Saddam ile APO bir değil... Aynı kefeye koyup değerlendiremeyiz... Gayrimeşru bir terör örgütünün başı değil... O bir “devlet başkanı”... ydı... Ama buna rağmen biz hala idam edemiyoruz APO’yu... Etsek zaten kahraman olur... En doğrusu belki de bu...

Ama A.B.D. öyle mi yaptı? Saddam meselesi bir oldu bittiye getirildi.. Bir de mesaj verme amacıyla Kurban Bayramı’nı bile görmesine izin vermeden “kurban” edildi... Ve sadece bir kaç gün konuşuldu... Sonra yine “Irak Katliamları”na döndü gündem... Koskoca “Orta Doğu”nun liderliğine oynayan liderin idamı sadece bir kaç gün gündemde kalabildi... Peki bunu kim sağladı? Bu kadar mı güçlü A.B.D.? Gündemi bile mi belirleyebiliyor... Neden inceleyemedik Saddam’ın idamını? Hayatını... Neden bu konuyla ilgili programlar yapılamadı... Sadece “Irak Operasyonu” ve “Büyük Orta Doğu Projesi” konuşuldu... Hala da konuşuluyor... Ama ne kadar bilgi verici... Kaç kişi biliyor Saddam’ın hangi konularda neden yargılandığını ve yarım kalan davalarını... “Aslında” neden asıldığını...

NUR ERDEM ÖZEREN
30.12.2006 – 31.01.2007

10 Aralık 2006

08 - “İnsan” Hakları, “İnsanlar için” mi..?

Dünyayı bilmem, ama Türkiye’de “İnsan Hakları”, “İnsan”lar için mi var? Yoksa “insan” olamayan, hatta hayvan olduğunu düşünürsek hayvanlara hakaret etmiş olacağımız “canlı”lar için mi var?

Amerika’da veya başka yerlerdeki uygulamalarla ilgilenmiyorum, ipi kopmuş, çivisi çıkmış Türkiye’nin bazı suçluları için uygulanan “insan” hakları beni ilgilendiren...

Önce iki “insan”, 19 saniye içinde dizüstü bilgisayarımı çaldı arabamın bagajından... Kamera görüntüleri var, hastane kamerasından, iki farklı açıdan çekilen... Bugün de iki “insan”, ellerinde demir ve kamçılarla kafamda bir kaç yarık ve şişlik oluşturdu... Ama polis hiç bir şey yapamadı iki durum için de... Yapamayacak da... “İnsan” hakları nedeniyle...

CMUK yasası, Avrupa Birliği’ne uyum yasaları derken, polisin ve asayişi sağlayacak birimlerin elini kolunu bağlayan bir sistem var artık Türkiye’de... Bir de bunun yanında, psikolojisi bozulmuş, gelecek beklentisi kalmayan suçluları ekleyince, gasp, tecavüz, hırsızlık, darp, kapkaç gibi suçları işleyenlerin hiç bir ceza çekmeden sokakta elini kolunu sallayarak gezdiği bir sistem oluştu...

Hepsi “insan” hakları uğruna yapılan yasa değişiklikleri nedeniyle... Bu tür suçları işleyenler, karakollara alınıp, bir gece “misafir” edilip, ertesi gün “savcı bey”in mecburen aldığı kararla salıveriliyor... Ve yeni bir hırsızlık, yeni bir gasp, kapkaç, darp olayı için sistemdeki yerini alıyor...

Bu mudur “insan” hakları? Peki bu suçlara mağruz kalanların “insan” hakları ne olacak? Onlar “insan” değil mi?

Bütün polis teşkilatı ve hukuk camiası elinin kolunun bağlandığının farkında, ama onlar bunun önüne geçmek için ne yapıyorlar bilmiyorum... Ya da yasaları değiştirmesi gerekenler durumun ne kadar farkında bilmiyorum...

Şimdi kendinizi bu suçlara maruz kalan kişilerin yerine koymanızı istiyorum... En hafiflerinden başlayalım... Arabanıza geliyorsunuz, kelebek camınız kırılmış ve bagajınızdan sizin 2 yıldır üzerinde çalıştığınız projenizin tüm detaylarının olduğu ve almak için hala taksidini ödediğiniz bilgisayarınız çalınmış... Bunu yapan ne kadar “insan” sizin için..?

Evinize girdiğinizde, dede yadigarı asırlık takılarınızın artık orada olmadığını görüyorsunuz, çocuklarınızın eğitimi için ayırdığınız emekli ikramiyeniz de gitmiş... Bunu yapan ne kadar “insan” sizin için..?

Evde hırsızlık korkusundan yanınızda taşıdığınız değerli eşyalarınızın içinde olduğu çantanız, hızlı bir hamleyle kolunuzdan çekilirken kırılan kolunuzun üzerine, bir de yere düşüp kafanızı çarpıyorsunuz... Bunu yapan ne kadar “insan” sizin için..?

Yanınızda kendinizi koruyacak hiç bir şey yokken, karşınıza çıkan ve ellerinde bilimum yaralayıcı alet olan “insan”lar, vücudunuzun çeşitli yerlerine vurup sizi yaralıyorlar, kanlar içinde hastaneye gidiyorsunuz... Bunu yapan ne kadar “insan” sizin için..?

Çok sevdiğiniz eşiniz, ya da kızınızı bir şekilde kaçırıp, ona tecavüz eden birileri var... Bunu yapan ne kadar “insan” sizin için..?

Tüm bunlara tepkiniz ne olurdu? Okurken bile kalp atışarınızın hızlanmaya başladığını ve tansiyonunuzun her paragrafta biraz daha arttığını tahmin ediyorum... Peki bizim kanunlarımız ne yapıyor? Bunları yapanlara “insan” hakları çerçevesinde ceza veremiyor... Siz olsaydınız, ne ceza verirdiniz?

Böyle bir durumla karşılaşıp, ülkenin güvenlik güçlerinin elini kolunu bağlayan yasalar olduğunu bilerek, şikayetçi olur muydunuz? Ya da sizin çözümünüz ne olurdu?

Ben bunları yapanları suçlamıyorum aslında... Hepsi de tedavi görmeye ihtiyacı olan insanlar.. Milletçe her geçen gün sokaklara başıboş çocuklar salmaya devam ediyor, öğretim verelim derken eğitemeden “genç” yaşına getiriyoruz... Anne – babalar için anne – babalık, doğurmaktan ve karnını doyurmaktan ibaret... Çocuğunun hayattaki en önemli eseri olduğunun farkında değil bir çok kişi...

Peki kabul etsek de tedaviye ihtiyaçları olduğunu, bu saatten sonra tedavi ile kaç kişi kazanılabilir..? Ya bundan sonrası... Bir şey yapıyor muyuz gelecekte böyle insanların sayısını azaltmak için... Ya da ne kadar doğru cezalandırıyoruz ki, bir daha yapmamalarını sağlayacak..? Yoksa bütün polis teşkilatının tanımasına rağmen bir şey yapamadığı onlarca insanın olduğu bir ortamda, suçluları mı koruyoruz “insan” hakları adına, gerçekten korunması gereken mağdur “insan”ları korumak yerine..?

Tüm bunların çözümü, mevcut kişiler için ülkenin güvenlik birimlerine güveni yeniden kazanmamızı sağlayacak cezalar, ve bu birimlere çok daha fazla yetki vermekten geçiyor önce... Sonra da bu kişilerin rehabilite edilmeye çalışılması gerekiyor adı “hapishane” olmayan bir yerlerde...Ve gelecek nesillerde suçlu sayısını azaltmak adına, anne – babaları eğitmek gerekiyor, “insan” yetiştirmek üzerine... Ya da belki de bambaşka “kanunlar” gerekiyor, geçmişte, ya da doğuda uygulanan... Hangi “mağdur”a sorsanız aklından geçen çözümdür bu... Ama hep aynı mantıktayız toplum olarak, başımıza gelmeden anlamıyoruz, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyoruz...

Türkiye iyiye gitmiyor... Toplumdaki çatlak seslerin, ruh sağlığı bozulmuş suçluların sayısı hızla artıyor... Belki hayat şartları onları buraya iten, belki sevgisizlik, ya da bilemeyeceğimiz ve aklımıza gelmeyen bambaşka sorunlar... Ama bir şeyler yapmak gerekiyor... Türkiye iyiye gitmiyor...

NUR ERDEM ÖZEREN
10.12.2006

07 - Neleri israf ediyoruz?

Yemek sofrasından kalkarken bakıyorum da tabaklara, bir çok tabağın içinde çöpe giden o kadar çok yemek var ki... Sokakta onlarca insan aç gezerken, çöpe yemek dökülmesine sabep olmaya hakkımız var mı..?

Dünyanın her yerinde sokakta yaşayan, ya da başını sokacak bir evi olsa bile aç olan o kadar çok insan var ki... Bir de hayvanlar... Onlarca canlı aç gezerken, yemeye bir kaç lokma ekmek bile bulamazken, sofralarında yemek bulabilen insanlar olarak biz, bunları çöpe dökmemeliyiz... Herkes yiyebileceği kadar yemeği tabağına koymalı, çöpe giden yemeklerin önüne geçmek bu kadar basit aslında...

Restoranlarda iyi hizmet sunulacak diye yenecek olandan fazla konan yemekleri görünce de çok üzülüyorum... Belli ki o yemeğin büyük bir kısmı çöpe gidecek... Ama yeter ki parasını veren kişinin gönlü hoş tutulsun, çöpe giden yemekler müşterilere feda olsun...

Geçtiğimiz günlerde yapılan bir araştırmaya göre, yıllık 45 milyar adet ekmek üretiliyor, ve bunun 4 milyarı israf ediliyor, çöpe gidiyor. Yıllık 4 milyar ekmek kaç kişiyi doyurur acaba... Ve bu sadece Türkiye...

Yine aynı araştırma, bu israfın yıllık 700 milyon dolar, yani yaklaşık 1 milyar YTL’lik kayıp anlamına geldiğini söylüyor. Bu kadar kolay mı kazanılıyor bu paralar?

Bu kadarla da kalmıyor israf ettiklerimiz... Elektrik israfı mesela... “Lüzumsuz ise söndür”... Kaç kişi lüzumsuz ise söndürüyor... Sonuçta bu enerji de üretiliyor... Ve bir gün onu üretmek için kullandığımız kaynaklar tükenecek... Bu kadar fütursuzca harcamamalıyız..

Hele ki su israfı... Zaten sınırlı bir kaynak.. Üstelik üretilemiyor da... Açık bırakıp gittiğimiz musluklardan akan sularla, dünyada kaç kişi temizlikle, sağlıkla tanışabilir...

Bir de pek dikkat çekmeyen, aslında israf olarak bile görmediğimiz şeyler var... Kaçımız bakkala ya da manava giderken yanımıza evde onlarcası olan ve biriken poşetlerden alıyoruz..? Ya da aslında kısa bir mesafede elimizde taşıyabileceğimiz bir şey için poşet almayı reddediyoruz..? Bunun yarattığı çevre kirliliğini düşünüyor muyuz?

Peki ya enerjimiz... Aslında bizim için çok değerli olan, kazanmanın çok kolay olmadığı, harcarken de farkında olmadan cömert davrandığımız enerjimiz... Ne kadar gereksiz işler için harcadığımız enerjimizi bize ve çevremize daha faydalı olacak işlere harcasak...

Yine bununla çok bağlantılı, zamanımız... O kadar değerli ki... Yıllar sonra bir bakıyorsunuz ki, bir şarkı sözündeki gibi, “zaman değil geçen, ömürmüş, anlamadık” diyoruz... “Keşke”lerle dolu anılar kalıyor geriye... Zamanımızı israf etmek yerine doya doya ve dolu dolu yaşamayı ilerleyen yaşlarda öğreniyoruz.. Sonra da küçüklere öğütler veriyoruz “bugünlerinizin kıymetini bilin, geri gelmiyor, doya doya yaşayın” diye... Peki ya onu söyledikten sonra bile israf etmeye devam ettiğimiz zamanımız...?

Hiç aklımıza gelmez belki de... Sevgimiz... Karşılığını vermeyenlere, hatta değerini bilmeyenlere verdiğimiz, israf ettiğimiz sevgimiz... En çok hak eden kişiler olsalar bile, bir çoğumuzun anne – babalarımıza söylemekten hep çekindiğimiz, oysa dışarıda yeni tanıştığımız bir karşı cinse çok rahatça gözlerinin içine bakarak söylediğimiz... Neden bu sevgi israfı? Çevremizde bizi seven insanlara kaç kere “seni seviyorum” diyoruz..?

Şimdi tekrar düşününce o kadar çok şey gelecek ki aklınıza israf ettiğiniz... Aslında israf ettiğinizin farkında olmadığınız... Zamanınızı, sevginizi, enerjinizi israf etmeyince daha güzel olmaz mı hayat sizin için..? Ya da elektriği, suyu, bir çok doğal kaynağı, ve yemekleri israf etmeseniz, kaç kişinin hayatını daha yaşanır hale dönüştürürsünüz..?

NUR ERDEM ÖZEREN
10.12.2006

26 Kasım 2006

06 - “İnternet” Kafeler...

İnternetin ülkemize girmesiyle birlikte, yaklaşık 5 – 6 yıl önce başlayan bir furyayla, her sokakta en az bir tane olacak şekilde açılan, o dönemde sahiplerine de oldukça iyi gelirler getiren “İnternet” Cafelerin şu anda kaçında “internet” bağlantısı var acaba..? Ya da olanlarda da chat ve oyun siteleri dışında girilen site var mı acaba..? Ne amaçla açılmışlardı..? Şimdi hangi amaca hizmet ediyorlar..?

Yıllar önce, bizim çocukluğumuzda “atari” oynamaya gidip cebimizdeki harçlığımızı kuruşuna kadar “jeton”lara harcadığımız “atari salonları” vardı... Saatlerce orada vakit geçirirdik.. Hele ki bayramlarda dolup taşardı... Bayram harçlıkları “jetonlara” yatırılırdı...

Şimdi bu oyunlar, “internet” cafelerde, ya bir kaç arkadaşın toplanıp bir grup oluşturduğu, internet bağlantısı olmadan kendi arasında oynayabildiği, ya da internetten bambaşka kişilerin dahil olduğu gruplarda oynanıyor... “İnternet” bu işin sadece “bağlantı”sında... Bir yandan da iş oldukça gelişti, farklı bir hal aldı... Atari salonlarından farklı olarak rahat koltuklar da var şimdi... Bu kez “saatlerce” oynanan “atari” oyunları yerlerini “sabaha kadar” oynanan oyunlara bıraktı...

Bir başka “internet” cafe hastalığı da “chat” yapmak... Başta “msn” olmak üzere, bir çok program kullanılarak kurulan “sanal” iletişim... Ne getirdi chat siteleri ve programları? Bir zamanlar gözlerin içine bakılarak söylenen sözler, artık “msn”den ya da cep telefonundan mesajla söylenmeye başlandı.. Artık aşklar ve ayrılıklar gözlerin içine bakılarak söylenmiyor, söylenemiyor... Sadece bunlar değil, bir çok konuda yüzyüze konuşmak yerine bu şekilde iletişim kurmayı tercih ediyor yeni nesil, ve “yüzyüze iletişim”den uzak bir nesil yetişiyor...

Bu işin bir başka yönü de arkadaşlık siteleri... Sitede kendi sayfanıza koyduğunuz bir kaç karizmatik ve çekici fotoğraf, bir de bir kaç güzel yazıyla süslenirse, en çok sizinle arkadaş olmak isterler... Sonra neler getirir bu arkadaşlılar, neler paylaşırsınız, ve size neler kazandırır... ???

Bu mudur “internet”in kullanımı tüm dünyada? Bunlar için mi kullanılır? İnsanlar öğrenmek istedikleri bir şeyleri araştırmazlar mı? Yeni şeyler öğrenmezler mi? E – posta yoluyla paylaşmazlar mı bilgilerini, belgelerini? “Gerektiği kadar” iletişim için kullanmazlar mı interneti? İhtiyaçlarını kolaylaştırmak için kullanmazlar mı?
Sadece Türkiye’de mi böyle bu durum..? Biz sadece çocuk pornosu, oyun ve arkadaşlık & chat siteleri için mi kullanmalıyız interneti... Sonra da dünyaya rezil oluruz sıralamalarda..

http://www.google.com/trends?q=child+porn

Ve bu duruma vesile olan “internet” cafe sahiplerinin duygularını da merak ediyorum... Görmüyorlar mı bu durumu? İnsanların maillerine bakmak ya da araştırma yapmak için değil de, oyun oynamak ya da “sanal” arkadaşlıklar ve iletişim kurmak için kullandığını interneti... Ve bunların çoğunlukla 12 – 18 yaş arası, en kritik yaşlarda olan çocuklar ve gençler olduğunu... Bana göre 18 yaşından küçüklere alkol satmaktan pek farkı yok bu durumun... Hatta daha da tehlikeli... Ruh hali, psikolojisi, insan ilişkileri bozulan bir nesil yetişiyor... Ve bunun en önemli vesilelerinden biri bilgisayar...

Dünyanın gelişmek ve büyümek için kullandığı bir buluşu daha, kendimizi, geleceğimizi, gençlerimizi heba etmek için kullanmayı başardık, helal olsun bize... Bütün Türk toplumuna...

NUR ERDEM ÖZEREN
26.11.2006

Aslında “internet” kafe olmalı, biliyorum, ama onlar adlandırılırken cafe olarak adlandırıldığı için öyle yazmanın daha doğru olduğunu düşündüm... Ayrıca bu mekanların gerçek amacı olan “internet” için kullanılmadığını düşündüğüm için de ısrarla tırnak içinde “internet” cafe...

05 - Ey Türk Şoförleri! Lütfen soldan gitmeyin...

Başta İstanbul trafiği olmak üzere, Türkiye’nin bir çok yerinde yaşanan trafik sorunlarının temelinde “Türk Şoförleri” olduğunu düşünüyorum. Kendine has kurallarıyla trafiğe renk katan, ve aslında ehliyet alırken hiç bir trafik kuralını öğrenmeden alan “Türk Şoförleri”.

İşimin İstanbul’da olması, ailemin ise Tekirdağ’da yaşaması nedeniyle sık sık gittiğim İstanbul – Tekirdağ arası yolda en sık karşılaştığım sorunu yazdım başlıkta... Bir “sol şerit” ısrarı var bizde... Sanki otobanda herkesin soldan gitmesi gerekiyor... Herkes kendini otobanın en hızlı şoförü sanıyor.

Oysa hızlı gitmek ne kadar trafik ihlaliyse, sol şeritten yavaş gitmek de o kadar trafik ihlali... O da trafiğin akışını bozan bir hareket... Sadece otobanda değil, İstanbul trafiğinde E – 5 veya TEM otoyolunda da sol şerit ısrarı devam ediyor. Şoförler kendini güvende hissediyor sol şeritte. Sadece sağ tarafı kontrol etmek yetiyor o zaman. En sağ şerit, en boş şerit. Sonra da “makas”lar başlıyor. Aslında asıl suç o “makas”ı yapanlarda değil, “sollamak” için kullanılması gereken “sol” şeridi mesken edinip, diğer şoförleri “sağ” şeridi “sağlamak” için kullanmak zorunda bırakan bu kişilerde.. (şimdi herkes benim bir trafik canavarı olduğumu düşünüyor)

Bir de kendinden emin sinyallerle şerit değiştirenler var... Sinyali verince o şeridin kendilerinin olduğunu zannederler... Arkadan gelen var mı, onun hızı önüne “atlanmaya” müsait midir, böyle şeyler onları ilgilendirmez...

Bir başka “yerinde” sinyal kullanımı da, sinyali “dönerken” verenlerden geliyor... Yavaşlar, nereye gideceğini anlayamazsınız, bir anda önünüze atlarken bakarsınız ki o anda sinyal vermiş, bunun da kuralları yerine getirmek olduğunu düşünür...

Herkes kendini yolların tamamının sahibi sanıyor. Yol ortasında yolcu indirip bindirenler buna çok güzel örnek bence... Başta otobüs, minibüs ve taksi şoförleri, yolu kaybetmemek adına, yolun orta yerinde durup yolcu indirip bindirirler... Sadece bir kaç saniye duruyorlar diye de arkadan korna yapana da “İki dakika sabredemiyor musun ...?” diye çıkışırlar...

İstanbul trafiğini zaman zaman kilitleyen bir başka olay da kazalardır... Ama asıl sıkışıklık sebebi kazanın yolu kapaması olmaz çoğu zaman, detayları merak eden, ve kaza mahallinin yanından geçerken yavaşlayıp durumu anlamaya çalışan Türk şoförleridir... Sanki durup kazaya müdahele ediyorlar... Kimse yavaşlayıp bakmasa trafik akıp gidecek aslında...

Bırakın yolda kaza olmasını... Kenara çekmiş ve dörtlülerini yakmış iki araç ya da yine yol kenarında park etmiş bir polis aracı da yeterlidir meraklı Türk şoförünün yavaşlayıp durumu incelemesi için...

Tüm bunların sebebi belli... Şu anda yollarda olan şoförlerin büyük çoğunluğu ehliyet kursuna bir yazılıp belgeleri vermeye, bir de ehliyetin kendisini almaya gittiler... Kimse trafik kurallarını öğrenmeyi düşünmedi bile... Zaten motor bilgisi de gerekmiyor, neredeyse tüm markalar ülkenin her yerine yol yardımı gönderiyor... İlk yardım bilmeye de gerek yok, yakınlardan bir yerden ambulans çağırdık mı, o da tamam...

Bir ayağını debriyajdan yavaşça kaldırırken, diğer ayağını frenden çekip aynı anda yavaşça gaza basabiliyorsan, bir de direksiyonu tuttun mu, bitmiştir şoförlük... Kurslara zaten gidilmiyor, ama bir çok baba da böyle öğretmiyor mu çocuğuna araba kullanmayı... Kaç kişi trafik kurallarını da öğretmeye çalışmıştır bugüne kadar..? Önceki neslin motor bilgisine diyeceğim yok, ama kaç baba ilk yardımı biliyor ki çocuğuna öğretsin...

NUR ERDEM ÖZEREN
26.11.2006

6 Kasım 2006

04 - Bir Devir Daha Sona Erdi... Kara Oğlan...

Hiç aklıma gelmezdi... 18 – 23 yaş arasını, gençliğimin en güzel yıllarını ekonomik krizler içinde ve sıkıntılarla geçirmeme, ve tüm ülkenin geçirmesine neden olduğunu düşündüğüm Bülent Ecevit’in ölümüne gözyaşı dökeceğim... Hiç aklıma gelmezdi...

Saat 1.. Televizyonda sadece haber kanalları ve bazı kanallar Bülent Ecevit’in ölümünden söz ediyor... Diğer kanallarsa normal akışına devam ediyor...

İki şey var dikkatimi çeken... Birincisi, yine ölünce kıymeti anlaşıldı bir insanın daha... Herkes çıkıp onun ne kadar iyi ve ne kadar önemli bir insan olduğunu söylüyor... Ben de dahil olmak üzere, şimdi daha yumuşak ve olumlu bakıyoruz herşeye... Acaba ne zaman öğreneceğiz bazı şeylerin değerini kaybetmeden anlamayı...

İkincisi, ve bence daha önemlisi, bu kadar basit miydi Bülent Ecevit olmak... Ölünce sadece haber kanalları mı kesmeliydi yayın akışını...

Yaptığı işlerin iyi mi kötü mü olduğunu değerlendirmek istemiyorum... Hele kişiliği, dürüstlüğü gibi konulara girmeyi hiç istemiyorum... Bunların hepsi zaten onu daha yakından tanıyanlar tarafından değinilecek ve detaylı konuşulacak şeyler...

Ben daha ziyade bu durumu değerlendirmek istiyorum... Gerçekten de bir devir daha kapandı... Ve bu devrin tamamen kapanmasına az kaldı... Turgut Özal ve Alparslan Türkeş’ten sonra şimdi de Bülent Ecevit’i kaybettik... Sırada “o döneme” ait iki kişi daha kaldı... Süleyman Demirel ve Necmettin Erbakan...

Hepsi de birbirinden farklı şeyleri savundular “yıllarca”... Beni hangisinin neyi savunduğu ilgilendirmiyor şu anda... Ama gerçekten “milyonları” arkasından sürüklemek herkesin yapabileceği şey değil.... İyi veya kötü yaptılar, ama hepsi de “bence” bu memlekete kalıcı bir çok “değer” bıraktılar... Eminim ki hepsi de gerçekten ülkeye ve millete hizmet etmek istediler yıllarca...

Ben “yeter artık sıkıldık bunlardan gitsinler artık” diyenlerden değildim hiç bir zaman... Değerini bilmek gerekip “bir şekilde” değerlendirmek gerekiyordu hepsini... Herşeyden önce hepsi birer “lider”di...

Bugünlerde çok konuşulan, her yerde sözü geçen “liderlik”, bu insanların hayatının parçasıydı... Ama bahsedildiği kadar yokluğu da hissedilen bir olgu bugünlerde “liderlik”...

Son bir kaç paragrafa bakınca, Demirel ve Erbakan’ı da dahil ettiğimi fark ettim “geçmiş zaman”la ilgili yazdıklarıma... Ben yine de “Allah başımızdan eksik etmesin” diye düşünüyorum bu insanları... Ne olursa olsun ülkeye hizmet etmek, herkesin yapabildiği ve aslında yeni nesilde “yapmak istediği” bir olgu değil... O kadar bireysel bakıyoruz ki herşeye artık... “Başkaları için” bir şeyler yapmak... Kaç kişinin böyle duyguları ve istekleri kaldı... Onlardan en azından bunu öğrenmeliyiz...

Şimdi cenazesini düşünüyorum Ecevit’in... Kaç kişi katılır... İnsanlar arkasından neler söyler... İçinden neler geçirir acaba... Ben hep bunu düşünürüm kendimle ilgili de... Sonra detaylı paylaşacağım bunu da...
Kaç kişi ne kadar takdir edip gerçekten “rahmetle” anacak Bülent Ecevit’i... Yaşarken düşünüp ona göre bir şeyler yapmak lazım bence...

Bana Ecevit’le ilgili geriye kalan, hafızama kazınmış, bugüne kadar en güçlü gördüğüm hali var gözümün önünde... Henüz TV’de o görüntüyü de görmedim... Ama sadece cümleyi söyleyince herkesin aklına gelip ne kadar doğru bir davranış olduğu hatırlanacaktır...

“Burası, devlete meydan okunacak yer değildir!”

NUR ERDEM ÖZEREN
06.11.2006

30 Ekim 2006

03 - Sayın Veliler! Lütfen Hepiniz “Sınav”a Gidin...

Aslında ismine, fragmanına, oyuncularına bakınca sanıyorsunuz ki bu “gençler için” bir “Gençlik Filmi”.... “Gençlik Filmi” olduğu doğru... Ama asıl gençler için değil. “Veliler için”...
Türkiye’nin en büyük sorunu deriz ya hep... Eğitim... Bence şu anda “gençlerin” eğitiminden daha çok “Anne – Babaların” eğitilmeye ihtiyacı var. Ülkenin her yerine “Anne – Baba Okulları” açılmalı. Çocuklarına nasıl davranmaları gerektiğini öğrenmeliler. Ve “Sınav” da asıl bunun örnekleriyle dolu...

Çocukların yaşadıkları sınav stresinin asıl nedeninin aileleri olduğunu o kadar güzel anlatmış ki Ömer Faruk Sorak... Ama düzgün izlemek lazım bu filmi... Yok “sınav sorularını çalmaya çalışıp kötü örnek oluyorlar”, yok “çete oluyorlar”, yok “ders çalışmak yerine işin kolayına kaçıyorlar” falan gibi bakış açısıyla seyredeseniz, bir şey öğrenemezsiniz... Çünkü film asıl onu anlatmamış...
Farklı profillerdeki ailelerin çocukların hayatlarına bakışlarını nasıl etkilediğini anlatmış... Sınav konusunda sebepsiz yere aileler tarafından yaratılan stresin aslında ne kadar boş olduğunu çok güzel göstermiş...

Bence film diyor ki, “siz nasıl bir örneksiniz ki çocuğunuza, ondan sadece sınavda başarılı olmasını bekliyorsunuz... Bu hayatta o sınavdan daha önemli o kadar çok “DEĞER” var ki...”
Ama kaç kişi bunları anlıyor “Sınav”dan... Keşke her giden ebeveyn bunu anlayabilse... Keşke çocuklarına davranışlarına ve “onlara örnek olan” hayatlarına daha dikkat etseler bu filmi izledikten sonra... Ama sanmıyorum... Keşke...

Ha bir de “Sınav”ın “sinemasal” değerlendirmesi var... Başta 5 farklı karakteri oynayan gençlerin inanılmaz rol kabiliyetleri... Özellikle de İsmail Hacıoğlu’nun... Sonra diğer tüm karakterlerin bire bir hayatı yansıtmaları... Ömer Faruk Sorak’ın flashback ve siyah – beyaz dondurulmuş sahneleri yerinde ve etkileyici kullanışı... Sözleri ile sahnelerin üzerine kelimenin tam anlamıyla “cuk oturan” şarkılar... Hepsi de gençlerin dinlediği sanatçı ve gruplara ait... Ama daha önce dinlediğinizden çok daha fazla anlam ifade ettiğini anlıyorsunuz o sahnelerde... Özellikle de “Badem – Sen Ağlama” ve “Manga & Göksel – Dursun Zaman”...

Bence her ayrıntısıyla, “mükemmel” bir sinema filmi “Sınav”... Hem sinemasever olarak yapabileceğiniz tüm değerlendirmelerden tam not alabiliyor, hem de o kadar çok şeyi, hem en çıplak ve gerçek haliyle anlatıyor ki... Keşke işe yarayabilse...

Türkiye’nin “en büyük” sorunu bence... Her geçen gün “bence” daha da kötüye giden “GENÇLİK”... Ve sorunun aslında gençlikte değil de “AİLELERDE” olduğunu artık ne yazık ki “yavaş yavaş” anlıyoruz...

Tekirdağ Anadolu Lisesi Mezunları Derneği Başkanı olduğum günden beri, 6 yıldır lise öğrenci ve velileriyle içiçeyim, 25’e yakın seminer verdim “Sınav Stresi” ve “Kendini Geliştirmek” üzerine... Lise ve üniversite öğrencilerinin “durumu”nun, sınav stresinin, vurdumduymazlığının, her geçen gün daha yüksek sesle konuşulmaya başlayan bu “gidişatın” ve “dejenerasyonun” asıl sebebinin “AİLELER” olduğunu görüyorum her yeni tanıdığım gençte ve ebeveynde...

İleriki yazılarımda bu konuya daha detaylı ele alıp görüşlerimi paylaşmayı düşünüyorum... Ama her fırsatta söylüyorum, ve elimden geleni de yapmaya çalışıyorum, “Gençliğin” problemini, sadece onları eğiterek değil, “Aileleri” eğiterek çözebiliriz ancak... Çünkü anne – babalık doğuştan bilinen bir şey değil, sonradan öğretilebilir, yeter ki aileler öğrenmeye açık olsun...

NUR ERDEM ÖZEREN
30.10.2006

22 Ekim 2006

02 - Hizmet mi Eziyet mi?

Dün akşam (21 Ekim 2006 Cumartesi) Cengiz Topel Meydanı’nda “Ayna Konseri” vardı. Saat 21:00’da. Tekirdağ Belediyesi’nin aracı olduğu, Anadolu Gençlik’in bir hizmeti. Ben, ve sanıyorum tüm Tekirdağ halkı, bunu Tekirdağ Belediyesi’nin bir hizmeti olarak algıladı..

Ben konseri seyretmedim. Öncesinde sonrasında bir çok detayı da bilmiyorum zaten. Ama dünün bir başka özelliği vardı. Arife günü öncesi ve tatil günü. Yani dükkanların gece yarısına kadar açık olduğu, insanların arife gününü iki gün olarak algıladığı için alışverişini yapmaya başladığı, çarşı yaya ve araba trafiğinin normalden fazla olduğu bir geceydi.

Bir başka detay daha vardı. Cengiz Topel Meydanı etrafı, Muratlı Caddesi’ne ve Orta – Eski Cami Mahallesi’ne girişlerin ve buralardan çarşıya bağlantıların bazıları kapanmıştı. İftar saati itibariyle.

Peki bütün bunları birleştirince ne çıkıyor ortaya? İftardan sonra kendini sokağa atan Tekirdağ halkı bir eziyetle karşı karşıya kaldı. Çarşının tamamında kitlenmiş bir araç trafiği ile sinir harbi yaşayan, istediği yere gidebilmek için fazladan yüzlerce metre ve dar ara sokak eziyetini çekmek zorunda kaldı. Polislerin vatandaşla birbirine düştüğü, insanların sıkışık trafikte birbirine saygısızca davranıp kırdığı dakikalar, belki de saatler yaşandı.

Bu mudur hizmet anlayışı? Belediye şimdi hizmet mi sunmuş oldu Tekirdağ Halkı’na? Yapılan etkinliğe değil lafım, teşekkür ederiz bu konser için. Ama yapılma şekli bu mu olmalı? Alınan önlemler bunu mu gerektiriyor? Bence değil...

Trafikten sözü açmışken, Tekirdağ trafiğini düzenlemek için görevlendirilen bir araç ve kurumdan da bahsetmek istiyorum. “Hizmet mi, Eziyet mi?” sorusuna bir de buradan bakarak.

Şoförler Odası’nın araç çekicisi. Çarşıda ve sahilde çeşitli yerlerde yanlış park etmiş araçları çekip kendi otoparkına götüren bir sistem. Sorgulamak istediğim konular var bu sistemle ilgili.
Bu “hizmet” verilirken dikkat ediyorum, çarşıda bir araç çekilirken yaklaşık 10 dakika süreyle o bölgede trafik kilit. İş bitene kadar.

Ama bir başka detay da, çarşı trafiğini rahatlatmaya bir türlü yetmiyor bu çekilen araçlar. Acaba çok alakasız yerlerdeki araçlar mı çekiliyor sırf bağış alabilmek için? Kurallara uymayan araçlar arasından seçim yapılırken bu aracın trafiğin akışını bozup bozmadığına bakılıyor mu acaba? Bence bakılmıyor. İkinci sıraya park etmiş araçlardan önce, “özürlü araç park yeri”ne çekilenlere öncelik veriliyor. Ara sokakta trafiği kapatacak araçlardan önce, sahilde köftecilerin önündeki havuzun yanına park edilen araçlar çekiliyor.

Çekilen araç otoparka götürülünce, almaya gittiğinizde 30 YTL bağış yapıyorsunuz Şoförler Odası’na. Ve her gün onlarca araç çekiliyor Tekirdağ’da. Belki de en yüksek gelire sahip odalardan biridir Şoförler Odası.

Burada iki soru geliyor aklıma. Birincisi, geçim sıkıntısı ve onca maddi dertle uğraşan vatandaşın bu parayı belki de sadece 10 dakikalığına bıraktığı aracı için ne kadar zorlanarak verdiği düşünülüyor mu acaba? Parayı sokaktan toplamadığımızı düşünürsek, ne kadar önemli belki de o para “cezalı” kişi için.
Kurallara ve yasalara uymayanların cezalandırılması taraftarıyım. Ama uygulama ayağında aksaklıklar olduğunu düşündüğüm için bunları yazıyorum.

İkincisi, araçlardan “çekici” ve “otopark” parası, ya da bağışı alan bu kurum, bu parayla Tekirdağ’a ne yatırım yapıyor, ya da bu bize nasıl dönüyor? Bunu gerçekten merak ediyorum, katkısı nedir Tekirdağ’a? Belki de vardır, bilmiyorum, ama çok merak ediyorum...

NUR ERDEM ÖZEREN
22.10.2006

01 - 25 Yaşına Geldik, Artık Milletvekili Olabiliriz...

Miyiz acaba? 25 yaşına gelmiş biri milletvekili olabilir mi? 25 yaşında biri “milletin” “vekili” olabilir mi? Bizi mecliste temsil edebilir mi? Acaba bu mudur gençleri temsile sevk etmenin yolu? Bu şekilde siyasetle ilgilenmeleri sağlanabilir mi?

Ben şahsen inanmıyorum. Kendimi bugüne kadar hep geliştirmeye çalıştım. Yaşıtlarıma göre daha çok konuda bilgi ve fikir sahibi olmaya çalıştım. Şimdi bakıyorum da kendime, benden 25 yaşında milletvekili olmaz. Bana sorarsanız, 25 yaşında kimseden milletvekili olmaz.

Diyelim ki, lise mezunu biri 25 yaşına geldi. Günümüz şartlarında bu kadar çok üniversite varken bu ülkede, ve her yıl dörtyüzbine yakın öğrenci üniversiteye girerken, lise mezunu biri henüz 25 yaşında milletvekil olmamalı. Lise mezunu olup hayat tecrübesi oldukça fazla olan ilerlemiş yaşlardakilere değil lafım, üniversite “adam” etmez insanı, aman yanlış anlaşılmasın.

Diyelim ki üniversite mezunu 25 yaşında bir genç milletvekili olacak. Üniversiteyi bitirmesi, 23. Hele bir de erkekse, askerliği de ekleyin, 24. bir – iki yıllık hayat tecrübesi yeterli mi acaba bu milletin “vekili” olmak için. Bence değil. Varsayalım kendini geliştirdi lise ve üniversite hayatı boyunca. Yine de 25 yaşında birinin hayat tecrübesi yeterli olmaz bence bu milletin “vekili” olmaya. Olmamalı.

Bu milletin “vekili” olmak bu kadar kolay, bu kadar basit olmamalı. Bu kurum bu kadar basitleştirilecek bir kurum olmamalı. Ve bence 25 – 30 yaş arası milletvekilleri basitleştirecek meclisi.

Seçilenlerin kimler olabileceğini hayal edebiliyorum. Ya bir çok konuda fikri olmayan, sırf “bakın gençlere de meclise girme şansı veriyoruz” demek için aday olarak “listeye konan” gençler olacak, ya aşiret reislerinin oğulları olacak, ya da nüfuzu olan kişilerin çocukları olacak. Bir çoğu da, memleket meseleleri ile ilgili fikri olmayan, fikir beyan edemeyen, parti meclisinin kararına el kaldıran, orada herhangi bir “temsil” gücü olmayan gençler olacak. Bence...

İşin bir de “güç” boyutu var. 25 yaşında, henüz kendi ayakları üzerinde duramayan bir gencin önüne konan 250.000 dolara kaç genç hayır diyebilecek acaba? Zaten çok sağlam bir kurum olmayan siyaset kurumu daha da zedelenmez mi? Bu gençlere bu mantıkla yaklaşıp böyle ahlaksız teklifler geldiğinde nasıl tepkiler verebilecekler acaba...

Keşke aksi olsa, ama gençler kendini henüz bu kadar geliştirmiş durumda değil. 25 yaşında milletin vekili olacak kadar donanıma sahip kaç genç var bu ülkede? Biz daha gençleri oy kullanma konusunda bilinçlendiremedik, sıra temsil etmeye nasıl geliyor anlayamıyorum.

18 – 25 yaş arası genç seçmen sayısı yaklaşık 13 milyon. 40 milyon seçmenin % 30’u neredeyse. Ama geçen seçimde 10 milyon kişi sandığa gitmedi. Bir çoğu genç. Sandığa gidenlerin de ne kadarı “bilinçli” oy kullandı. Hangi partinin görüşünün, hedefinin, ülkeyi yönetme şeklinin ne olduğunu bilerek “seçim” yaptılar. Çok azı. Anne – babalarının veya arkadaşlarının oy verdiği partiye oy verdiler gidip.

Biz önce gençleri “oy verme” ve “memleket meseleleri ile ilgilenme” konusunda bilinçlendirmeliyiz. Gazetelerin 2. ve spor sayfaları ile ekleri dışında yerlerini okumaya alıştırmalıyız. Köşe yazarlarını okuma alışkanlığı edindirmeliyiz. Televole kültürü programlar, yarışmalar ve dizilerden biraz sıyrılıp haber ve tartışma programlarını seyretmelerini sağlamalıyız. O zaman belki sıra “seçmek”ten “seçilme”ye gelebilir. O zaman siyasetin gerçek önemini anlamış gençler yetişip milletin “vekili” olma hakkı verebiliriz belki de...

NUR ERDEM ÖZEREN
22.10.2006