22 Aralık 2007

43 - Bayram... Yılbaşı... Ve Kaybolan “Değer”ler..

Birkaç hafta arayla iki bayram geçirdik.. Sıra “Yılbaşı”nı kutlamakta.. Hepsi birer “bahane” artık.. “Tatil” için.. Tek derdimiz “tatil” oldu.. Ne gelenek kaldı, ne görenek, ne değerlerimiz..

En ufak bir boşlukta tek derdimiz tatil yapmak oldu.. Daha doğrusu, “tatil anlayışı”mız değişti.. “Tatil” demek bizim için şehir dışına, yurt dışına, otellere, tatil köylerine gitmek demek oldu..

Memlekete gitmek, eski dostlarla hasret gidermek, aileyi ziyaret etmek, akrabaları görmek, birer “tatil öğesi” değil bizim için.. O zaman dinlenilmiyor.. Tatil yapılıp kafa dağıtılmıyor..

Bayram ve yılbaşı kutlamalarımız da her geçen gün teknolojiye ayak uydurdu.. Önce “gitmek” yerini “aramaya” bıraktı.. Sonra cep telefonlarından atılan otomatiğe bağlanmış “kişiye özel” olmayan mesajlar aldı yerini.. İlginç fotoğraflarla birlikte klasik sözlerle gelen mailler ve son olarak da facebook mesajları..

Yakın gelecekte resimli ve videolu cep telefonu mesajları, ziyareti “gereksiz” kılacak.. Ama onlar da “tek bir mesaj” olacak, ve tüm listeye “otomatik” gönderilecek yine.. Kimse bir diğerinden daha özel ve değerli hissetmeyecek kendini.. Herkes aynı sizin için..

Yılbaşı ve bayram akşamları, ailelerin yedisinden yetmişine bir evde biraraya geldiği, saatlerce sohbetler edilen akşamlar olmaktan çıkıyor..

Normal fiyatların iki katı paralar ödeyerek, normalda seyredebileceğinin aynısını, sana sunulanlarda hiçbir değişiklik olmadan alınan geceler olmaya başladı.. Ya da iki katı pahalı otel odaları.. Hizmetleri..

Bayram ve yılbaşı, ya da kandil ve diğer “kutlanması gerektiği düşünülen” günler, birer “mesajdan ibaret” değilmiş önceleri.. Kişiye özel ziyaretler, hatırlanmalar, karşılıklı sohbetler, gelenekler, görenekler..

Bir zamanlar var olan geleneklerden “devam edebilenler” “haber olma” niteliği taşıyacak kadar “ilginç”ler artık.. Onları şehirlere ve plazalara uyarlamayı becerememişiz yıllar geçerken.. Teknoloji, “iletişim”i de sanallaştırmış..
Şehir yaşamı, plazalar, çalışma hayatı, teknoloji, bizi bu hale getirdi.. Anadolu’da, Trakya’da, “köy”lerde, “kasaba”larda, küçük şehirlerin “mahalle”lerinde gelenek ve görenekler hala devam ediyor.. Ama yıpranarak..
Türkiye’nin her köşesine ulaşabilen teknoloji, internet ve televizyon yeni nesle “geçmişini”, “geleneklerini”, “göreneklerini” anlatmak yerine “model almaktan zevk alacakları” ama “hiçbir zaman da yaşayamayacakları” hayatları gösteriyor.. Yanıbaşlarında duran “aile”lerinden ve “büyük”lerinden de bunlardan farklı bir şey öğrenmek istemiyorlar..

Bir ya da iki nesil sonra gelenekler ve görenekler tamamen kaybolacak diye korkuyorum.. Çünkü bu “yozlaşmamış”, “kirlenmemiş” insanlar, “modern”leşme hevesiyle “geçmişlerinden” kopuyorlar..

Geçmişinden kopmayacak kadar bunu hazmetmiş, ve ikisini yoğurabilenleri takdir ediyorum.. “Değer”lerini yitirmeden “modernleşenbilen”leri..

Ama “modern”liği geçmişten “kurtulmak” sanarak yetişen bir neslin varlığını görmek beni endişelendiriyor.. Örnek aldığımız batı toplumlarının “geçmiş”lerine bağlılığını, “gelenek” ve “görenek”lerini ne pahasına olursa olsun her yerde yaşadıklarını, ve bununla da “gurur duyabildiklerini” göremiyorlar..

Hem geçmişini bilmek ve onu yaşamak, hem de modern çağa ayak uydurmak mümkün.. Hep birlikte yeni nesle bunu anlatmalıyız..

Ama bunu her fırsatta tatil diye şehir dışına kaçarak, bayramlarda büyüklerimizi “sadece” arayarak ya da mesaj atarak, onlara bu şekilde “örnek olarak” yapamayız..

NUR ERDEM ÖZEREN
22.12.2007

21 Aralık 2007

45 - Evlilikler... Boşanmaklar...

Neden bu kadar kolaylaştı artık boşanmak..? Neden arttı bu kadar sayısı..? Önceden anlaşabiliyor muydu insanlar..? Artık çok mu geçimsiz oldu herkes..?

“Modern” kadınlara sorunca bir tane cevabı var.. : “Eskiden annelerimiz para kazanmadıkları için çekiyorlarmış babalarımızı.. Şimdi biz para kazanıyoruz, dolayısıyla kimseyi çekmek zorunda değiliz... Biz özgürüz, biz erkeklere muhtaç değiliz, biz onlarsız da yaşayabiliriz...”

Kadınların son 15 – 20 yıllık hızlı “modernleşme” süreci, evliliğin temelini “para kazanmaya” ve “kendi ayakların üzerinde durabilmeye” dayandırır oldu... Sanki kadınlar sadece bunun için evleniyorlarmışçasına...

Evlilik kurumunun, “hayatı paylaşmak” gibi, “bir aile olmak” gibi, “ortak eser” olan bir “çocuk” sahibi olmak ve onu bir “esermişçesine” “işlemek” gibi, ve benim henüz yaşamadığımdan bilmediğim daha bir çok “manevi” ve “duygusal” güzelliği yokmuş gibi düşünülür oldu.. Tek dert ve dayanak para kazanabiliyor olmak!

Peki ne oluyor para kazanabiliyor olup kendi ayakların üzerinde durunca..? O zaman “ihtiyac”ın olmuyor mu bir “hayat arkadaşı”na..? Kendini kanıtlamış mı oluyorsun “çevrene” ve “kendine”..? Haykırıyor musun dünyaya, “bak gördün mü ben bir erkeksiz de yaşayabiliyorum” diye..? Artık daha mı güçlü olabiliyorsun..?

Bekar yaşamak bu kadar güzel mi..? Yoksa “diğeri” daha mı “çekilir ve katlanabilir” olacak sizce..? Yılların geçmesini beklemeyin “her erkek (kadın) aynı” ya da “ben bu erkekleri (kadınları) anlayamıyorum” demek için... Benim bu yazdığım yazıda da, kadın – erkek ilişkilerine değinen yazılardaki diğer bazı genellemelerde de, şarkı sözlerinde de görebilirsiniz bunu... “Herkes”in ilişkilerinde yaşadığı “sıkıntılar” aynı...

Şu bir gerçek ki, “ilişkiyi kurtarmaya evlilik”, “evliliği kurtarmaya ise çocuk” yetmiyor.. Sorun “bakış açısı”nda... Hiçbir arkadaşımızla, akrabalarımızla, hatta annemizle ve babamızla bile mükemmel bir ilişkimiz yokken, nasıl oluyor da bu kadar “mükemmeliyet” bekliyoruz ilişkilerimizde..?

Neden “beklenti”mizi yükseltiyoruz da, sonra o beklentileri “karşılayamadı” diye mutsuz oluyoruz..? Daha doğrusu bu “memnuniyetsizlik” ayrılığa götürüyor..

İnsanların “huy”ları değişmiyor.. Evlenince de.. Çocuk sahibi olunca da.. Ya da bunlar daha sıkı bağlamıyor.. Rahatsız olduğumuz şey her neyse, o daha “başlarken” vardı.. Ama biz “görmek istemiyorduk”.. Artık görmeye başlayınca da, “kabullenmeyi” seçmiyoruz sadece..

Ama bilmem yanlış mı gördüm, ben hiç kabullenmeyen ve boşanmak isteyen “erkek” görmedim.. “Nedense” erkekler herşeye rağmen ilişkiyi yürütmeye çalışan, “boşanmayı” gereksiz gören taraflar.. Hep kadınlar istiyormuş gibi geliyor bana “boşanmayı”..

Kadınların bu yıllardır “özlenen ve beklenen” özgürlük isteği, “bağlanmışlık” hissinin patlayacağı günü bekletiyor sanırım artık.. Belli konularda eşit şartlara sahip olmaya başlayınca demek ki böyle davranacakmış kadınlar... Bütün dert “özgür” olmaya dayalıymış..

Erkeklerin yıllardır her konuda “özgür” oldukları için ve hayatlarını zaten “özgürce” yaşadıkları için “boşanma” gereği duymadığını düşünen kadınlar, neden “eşit şartlara sahip olunca” aynı şekilde davranmıyorlar da tam tersi bir davranışla “bekar”lığı ya da “boşanmayı” “özgürlük” sanıyorlar..?

Hayat mücadelesinin artık çok daha ağır olduğu kesin... O yüzdendir ki artık tek kişinin çalışması yetmiyor.. Bir evde iki kişinin çalışmasına alışamadı bizim “evlilik”lerimiz henüz.. Bu “ayaklar üzerinde durabiliyor” olma ve “maddi olarak özgür” olma durumu bence “aile” denen kurumu artık her geçen gün yok ediyor ne yazık ki..

NUR ERDEM ÖZEREN
21.12.2007

44 - Bu bir “Dönem”...

AKP’den rahatsız olanların “yeni” ve “aydın” sesi oldu Fazıl SAY.. “Muhteşem çözüm önerisi”yle “örnek” oldu gençlerimize bir “sanatçı”dan beklendiği gibi..

Bir dönem böyle bir tartışma vardı sanatçıların topluma “örnek” olması ile ilgili.. Sanatçı örnek olmalı ve ona göre davranmalı mıdır acaba diye..?

Gençlerimizin birilerini “örnek” aldıkları, ve bunların da dönem dönem sanatçılar olduğu gerçeği yadsınamaz.. Yıllardır benim aksi için savaştığım bir konuda, tek kalemde harika bir çözüm buldu Fazıl SAY “sanatçı kişiliğiyle”.. Yönetenleri beğenmiyorsan “ülkeni terk et!”..

Mücadele etmeye ne gerek var.. Bu durumun yanlışlığına inanıyorsan, bunu başkalarına “en doğru şekilde” anlatmaya, ve başkaları da senin gibi düşünsün diye uğraşmaya ne gerek var... Kaç git bu ülkeden bitsin sıkıntı..

İşte Türk insanının genetik gerçeği.. Beğenmediğin şeyle mücadele etmek yerine, ondan kaç.. Bu nedenledir ki, her seçime 20’nin üzerinde “küçük” parti girer.. İçine sindiremediği lideri ya da yönetimi nedeniyle o partiden “kaçıp” başka parti kuran “aynı” partiler.. “Birlikten kuvvet doğar” atasözü sanki bize ait değilmiş gibi..

Bir yandan da “ya sev ya terk et” sloganı var belli kesimlerin kullandığı.. Ama burada sevmek ya da sevmemek kararını vereceğin “ülken”.. Hükümetin ya da seni yönetenler değil.. Bunun ayrımını yapamamakta zaten sorun da..

Bu bir “dönem”... “AKP dönemi”... Beğensek de, beğenmesek de, Türkiye’nin yarısının oyuyla bizi yöneten AKP’nin dönemi.. Ama bunun “geçici” olduğunu bilmek gerekiyor.. Süresi dolacak, “başkası” gelecek.. Geçiciliğinin “geleceğimize” kötü etki etmesini engellemek, yaptıkları iyi şeyleri de desteklemek gerekiyor..
Ülkemiz için yapılan bazı iyi şeyler varsa, onlarda destek olmak, “diğerlerinde” önünde durmak gerekiyor..

Türk insanı, “Özal dönemi”nde yeni bir siyasetçi tipi ile karşılaştı, ve “kabullendi”.. Aslında Özal döneminde demek yanlış, 1980 İhtilali’nin bir sonucu olarak.. Birçok siyasetçi yasaklanınca “yeni tip” siyasetçiler aldı yerlerini.. “İşadamlığından transfer”.. Aralarında birçok kaliteli ve bu ülkeye oldukça faydası olmuş kişiler vardı.. Hala da siyasetin içinde olup bu ülke için çalışanlar var..

Ama 1980 – 1990 arası siyasi yaşam, Türk insanını, kafasındaki siyasetçi profilinin “maddi çıkar sağlayan” ama bir yandan da “çalışan ve hizmet eden” insan olduğu düşüncesine “alıştırdı”..

Olması gereken bu değil tabiki.. Ama öncelik sadece “hizmet etmek” oldu.. “Bedeli”, “sonucu” her ne olursa olsun.. Kendine çıkar sağlamak pahasına bile olsa.. Ve biz buna alıştık..

Ben uzun süredir AKP’nin “icraatlarını” eleştiriyor ya da destekliyorum.. En önemlisini yazılarımda henüz dile getirmemiştim.. “Orta kademe yönetici seçimleri”..

Bu dönemi en çekilmez kılan orta kademe yöneticiler.. “Milli Görüş Geleneği”nden gelen.. “Tavan”da milletvekilleri.. Her kesimden, her siyasi görüşten.. “Taban”da seçmen.. Tek bir görüşten olma ihtimali çok zor bu kadar çok insanın.. Her iki kademede de geniş bir yelpaze var..

Ama sorun “orta kademe”de.. Belediye Başkanları.. İl Başkanları.. İlçe Başkanları.. Milli Eğitim Müdürleri.. Resmi Daire Müdürleri.. Okul Müdürleri.. İçlerinde bulunan yoğun sayıdaki “Milli Görüş Geleneği”nden gelen “kişi”lerin yaptıkları, toplumda rahatsızlık yaratıyor.. AKP’nin en büyük handikapı da, buna dur demiyor ya da “diyemiyor” oluşu.. Rahatsızlığı gideremeyişi..

İşte kadrolaşma denen şey de burada konuşulmaya başlanıyor.. Ama her dönemde, her gelen hükümet bunu yapıyor.. Ve sonra “yenisi” gelince o “dönem” de bitiyor.. Yeni hükümet “kadrolaşıveriyor” birkaç ayda.. Bu “dönem” de bitecek, ve birkaç ayda “yeni dönem”e alışacağız..

NUR ERDEM ÖZEREN
21.12.2007

28 Kasım 2007

41 - Allah’ım Bana Değiştiremeyeceğim Şeyleri Kabullenme Gücü Ver...

En zorudur kabullenmesi... Değiştiremeyeceğini bildiğin şeyleri... En acı vereni ve katlanılmazı.. Elinden hiçbir şey gelmez... Çok güçlüysen bile... Nafile... “Sen” değiştiremezsin hiçbir şeyi..

Uzun süreli ilişkilerin iki sonu vardır.. Ya evlilik.. Ya “son”.. Yıllarını verirsin... Yıpratırsın herşeyi.. Yaşanacak ne varsa yaşarsın.. Sonra öyle biter işte.. Tahammülsüzlük.. Yıpranmışlık.. Sürükler “son”a.. Belli bir sebebi yoktur... Sorarlar “niye?” diye.. Yoktur cevabı.. “Zaman”dan başka..

Bakarsın geçmişine.. “Neyi değiştirmek isterdim?” diye sorarsın kendine.. Hep aynıdır cevap... “Zaman”ı.. “Keşke biraz daha geç karşılaşsaydık.. O zaman herşey daha güzel olurdu” diye düşünerek..

Demek ki varmış büyüklerin bir bildiği.. “Daha çok erken, daha küçüksün” derken..

Yıllardır “vazgeçilmez” olanken, şimdi “herşeyinden” vazgeçilmiştir.. Ve senin bunu değiştirebilmek için yapabileceğin “hiçbir şey” yoktur..

Yapacağın “herşey” sadece “onu mutlu etmek için” bile olsa, o bundan değil biraz olsun mutlu olmak, büyük bir “mutsuzluk” yaşar..

Tek derdi ve isteği “yeni bir sayfa açmak”tır hayatında.. İş ya da okul yeni başlamıştır.. Hemen saçlar değiştirilir.. Kısalır veya rengi değişir..

Hatta mümkünse arkadaş çevresi ile mesafeler bile farklılaşır.. “Ortak” arkadaşlardan uzaklaşılıp, “yeni” çevreye adapte olunur.. Sana dair “birşeyler” hatırlatacak “herşey”, “derhal” çıkarılır veya uzaklaştırılır hayattan..

“Yeni”ye olan sonsuz tahammülü bilmek, sana olan tahammülsüzlüğüne bakınca, acıtır ta içerden.. Derinden yaralar... Anlatılmaz acılar yaşatır..

Bir başkasının vereceği “tek bir gül”, senin vereceğin “yüzlerce”sinden daha mutlu edecektir onu..

Bir başkasının ithaf edeceği şarkı, değil koca bir cd dolusu şarkı, değil bir konser, senin ona özel hazırlatacağın gösteriden bile anlamlı olacaktır onun için..

Sen “kirlenmiş”sindir artık.. Herşeyinle.. Yapacağın hiçbir şey geçmişin “kirlenmişliği”ni değiştiremez.. Ve sen bu kiri asla temizleyemezsin..

“Yeni”si ise “tertemiz”dir onun için.. Kirlenmesi için yıllar vardır önünde.. Tertemizliği ile tahammül sınırları maksimumdadır ona karşı..

Kadınların yıllardır süren “gerçek aşkı” arama tutkuları, aslında aşk değil “sevgi ve saygı”nın önemli olduğunu yaşayarak anlayana kadar devam eder..

Aşk dediğin nedir ki.. İki kez sevişince geçer.. Ne heyecan kalır, ne istek, ne arzu, ne kalp atışları sonrasında.. Zamana yenik düşer arzu ve istekler..

“Hayatının arkadaşı”, 20 yıl sonra kalbini hızlı attırabilecek insan değildir.. Onu 20 yıl sonra yeni heyecanlarda bulursun ancak.. “Hayatının arkadaşı”, pijamalarınla yanında uzandığında “huzur” bulacağın insandır.. “Çocuğunun annesi” ya da babası olmayı “hak edecek” insandır.. Senin onun için atan kalbin, “yenilik”ler içindeki “heves”in, ne birlikte iyi bir çocuk yetiştirmeye yarar, ne huzurlu ve mutlu bir hayat yaşamaya, ne de yanında kendini güvende hissetmene..

Ama terk eden bunu düşünmez asla.. Tahammülsüzlük ve yıpranmışlık, çoktan itmiştir onu “yenilik”lerin kucağına hevesle..

Siz ise bunun için hiç bir şey yapamazsınız.. Ne ondan vazgeçebilir, ne de ona geri dönebilirsiniz.. Tek bir şey geçebilir aklınızdan.. “Allah’ım bana değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenme gücü ver”..

NUR ERDEM ÖZEREN
28.11.2007


Bu yazıyı yazmamı sağlayacak duygu ve düşünceleri sağlayan tüm yakınlarıma teşekkürler.. Umarım çok kişinin duygu ve düşüncelerine tercüman olmuştur..

27 Kasım 2007

Mutlu Yıllara…

Öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki,
Ne sevebilir, ne terk edebilirsiniz. Kör kütük bağlanmışsınızdır aslında…
En güzel yıllarınızın, en tatlı hatıralarınızın ortağıdır,
İç çekişmelerinizin nedeni, yazılarınızın ilhamı, sohbetlerinizin konusudur,
Göz yaşlarınızda, bilinçaltınızda, kahkahanızdadır.
Korkunca saklandığınız bir sığınak,
Coşunca öptüğünüz bir bayrak…
Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır…
Sınırsız ve nihayetsiz…
Ölmek var, dönmek yoktur…
Gün gelir anlarsınız, içten içe bir şeylerin kanadığını,
Tutkulu sevdaların gizli hançerleri başlar parıldamaya…
Şurasından burasından eleştirmeye koyulursunuz;
“Şöyle görünse, öyle demese, değişse biraz, ya da eskisi gibi olsa…”
Başkalarını örnek göstermeye, bak onlar nasıl yapıyor demeye başlarsınız.
Hem birlikte yaşayıp, hem özgür olmanın yollarını ararsınız.
Aşkınızın gözü kör değildir artık,
Yanlışını görür, düzeltmek istersiniz.
“Eskiden böyle miydi yaa…” diye başlayan sohbetlerde açılır eleştirinin kapısı;
Açıldıkça, bastırılmış itirazlar yükselir bilinçaltınızdan…
Böyle süremeyeceğini bilirsiniz.
Değişsin istersiniz. O sevgisizliğinize yorar bunu… ihanete sayar.
Tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümdür.
“Ya sev böyle, ya da terk et!” diye gürler…
Bir zamanlar bir gülücüğüyle alacakaranlığı ısıtan o rüya,
Bir kabusa dönüşür birden…
Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size…
Hoyrattır bakmaz yüzünüze…
Zehir akar dilinden konuşturmaz, suçlar, yargılar, mahkum eder.
Mühürler dudaklarınızı, önemsemez yazdıklarınızı, siler sizi defterden,
“İyiliğin içindi hepsi, seni sevdiğim içindi” dersiniz,
Dinletemezsiniz, ayrılırsanız, yaşayamayacağınızı bilirsiniz ama
Böyle de devam edemezsiniz…
İhanetten, ilgisizlikten ve sevgisizlikten kırılmıştır kaleminiz bir kere
Sevdiğiniz halde…
Terk edilirsiniz…
“Madem öyle”nin çağı başlamıştır bir kere…
Madem ki siz böylesine tutkunken boş vermiştir hayatı,
Madem ki kıymetinizi bilmemiştir,
O halde “günah sizden gitmiştir”.
Lanet ederek bu karşılıksız aşka çekip gitmeleri denersiniz.
Aşkın göçmenli çağı başlar böylece…
Daha özgür olacağı limanlara demirler bir süre,
Ne var ki unutmaz, unutulmazsınız…
Etrafı bir sürü uğursuzla dolmuş, kurda kuşa yem oluştur.
Deli kanlılar, eli kanlılar, uğruna ölenler,
Üstüne binenler sarmıştır çevresini…
Gurur duyar onlarla, koynunda besler, gözünü oysunlar diye.
Uğruna kan dökenleri sever, yoluna gül dökenlerden fazla…
“Bana ne… kendi seçimi” diye omuz silkmeye çabalarsınız bir süre…
Ama sonra… ansızın kulağınıza çalınan bir şarkı
Ya da kapı aralığından süzülüp gelen bir koku,
Hatırlatır onu yeniden…
O yaban ellerde, başka kollarda,
Siz ondan bahseder ağlarsınız.
Kokusunu özlersiniz, türküsünü söylemeyi, şarkısını dinlemeyi,
Yemeğini yemeği, elinden bir bardak su içmeyi…
Karşı nehrin kenarından
Hasret türküleri haykırırsınız, sular kulağına fısıldasın diye…
Dönüp hala seni seviyorum diye bağırmak geçer içinizden…
Dönemezsiniz…
Göremedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız…
Anlarsınız ki bir çaresiz aşktır bu,
Ne onunla olur, ne onsuz…
Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu,
Hem “ne olacak sonunda” kuşkusu…
Böyle sevemezsiniz, çok özlersiniz, ama sürünür gidersiniz…
Sana ne zaman tutulduğumu hatırlamıyorum.
Üzerinden çok zaman geçti.
Ama eminim ilk tanıştığımız güne denk geliyordur.
Çünkü sen zaman içinde sevileceklerden değildin,
Hani uzun uzadıya düşünülüp, ölçülüp, tartılacaklardan…
Zaten böylesine aşk da denmez,
Aşk dediğin ilk görüşte gelir, yerleşir yüreğine…
O gün bugündür hiç eksilmedi, hiç eskimedi yüreğimdeki yerin,
Sana her seferinde ilk günün heyecanıyla dokundum,
Hep aynı tadı aldım, aşk için bütün şeyleri yalanlarcasına…
Neydi beni sana bağlayan?
Seninle geçen dakikaların verdiği haz mı?
Ah evet! İnsana hiç bitmese dedirten o dakikalar…
Yoksa sende insanı kendine esir eden bir şeyler mi var?
Sigara gibi, alkol gibi…
Zaman zaman vazgeçmeye çalıştım senden.
İnsan tutkularından kurtulmak ister nedense,
Suçlu hisseder kendini, korkar…
Benimki de öyle bir şeydi işte…
Ama hep kısa sürmüştü ayrılıklar…
Ayrılık sonrası kavuşmalarımız da daha coşkuluydu özlemin etkisiyle…
Düşündüm de seninle hiç kötü anım yok,
Sen yokken yaşananlar dışında…
Oysa uzun beraberliklerde kaçınılmazdır ya bu,
Ya da var da ben mi sildim hepsini hafızamdan?
Yalnız sen son yıllarda çok değiştin,
Daha mütevazıydın eskiden, oturmanla kalkmanla…
Sen de haklısın zamana ayak uydurmak gerek.
Ben senin her halini seviyordum, hem biliyordum, özünde aynısın.
“Her halini seviyorum” dedim,
Seviyorum elbet ama,
Senin o teninin iyice yanık olduğu zamanlar var ya,
Hani neredeyse siyaha yakın,
İşte o haline hiç dayanamıyorum…
Hangi saate nerede aklıma düşeceğin belli değil,
Uykuda… sokakta…
Biliyorsun, olur olmaz saatlerde arayıp buluyorum seni.
İşin garip yanı ne biliyor musun?
Senin için yanıp tutuşurken,
Başkalarının da aynı duygular içinde olduğunu biliyorum,
Hatta sana dokunduklarını da…
Kızamıyorum onlara, biliyorum sana karşı koymak mümkün değil…
Aslında ilk günden beri biliyorum,
Benimki tek taraflı bir aşk…
Sen sevmek için değil sevilmek için yaratılmışsın…
Ama tükettik her şeyi…
Elimde kalan hasret şimdi…
Özledim seni…
Ayrılık yüreğimi karıncalandırıyor nicedir…
Beynimi uyuşturuyor özlemin...
Çok sık birlikte olmasak bile, benimle olduğunu bilmenin bunca zaman içimi
Nasıl ısıttığını yeni yeni anlıyorum.
Yokluğun,
Hatırladıkça yüreğime saplanan bir sızı olmaktan çıkıp
Mütemadiyen bir boşluğa,
Sabahları seni okşayarak başlamaları,
Akşamları her işi bir kenara koyup
Seninle baş başa konuşmaları özlüyorum…
Oynaşmalarımızı, yürüyüşlerimizi, sevimli haşarılığımı, çocuksu küskünlüğümü…
Nasıl da serttim başkalarına karşı seni savunurken
Ve ne kadar yumuşak,
Bir çift kısık gözle kendimi ellerinin okşayışına bırakırken…
Gitmeni asla istemediğim halde buna mecbur olduğunu görmek
Ve sana bunları söylemeden gitmene izin vermek…
“Beni ne kadar çabuk unutursan
O kadar çabuk kavuşacaksın mutluluğa” demek,
Sana ne de zor…
Seni görmemek ve belki yıllar sonra karşılaştığımızda
Bana bir yabancı gibi bakmanı izlemek…
Yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz geçirmek…
Gittin sen... Ben arkandan sadece baktım. Oysa söyleyecek o kadar çok şeyim vardı ki...”Gidersen, iyiye dair ne varsa içimde yitireceğim hepsini. Gidersen, sönecek içimdeki ateş ve bir daha hiç kimse yakamayacak. Gidersen, karanlığa mahkûm edeceksin günlerimi.O karanlıkta yolumu kaybedeceğim...” diyecektim sana. Konuşamadım...
Gittin... Gidişini görmemek için gözlerimi kapattım. Öğlesine acıdı ki içim, anlatılmazdı bu. Acım yaş olup akmalıydı gözümden. Ağlayamadım...Gittin... Gidişini önlemek için tutmalıydım ellerinden. Ellerim değil miydi her dokunuşunda seni ürperten?! Ürperirdin yine biliyorum. Bir kez dokunsam, bir kes tutsam ellerini, Gitmek için biriktirdiğin bütün cesaretin kaybolurdu. Tutamadım...Gittin... Bir yıkım gibiydi gidişin. Sen adım adım uzaklaşırken benden çöküp kaldı bedenim olduğu yerde. Nice terk edişlere dayanan bu yürek bu kes yenilmişti. Bu kadar zayıf değildim ben, kalkmalıydım. Kalkamadım...Gittin... Oysa ben geldiğin gün gideceğini biliyordum. Hazırdım gidişine. Kaçak zamanları yaşıyorduk. Zaman bitecek ve sen gidecektin. Bense gidişinin ertesi günü hayatıma kaldığım yerden devam edecektim. Edemedim... Başlayamadım... Gittin... Bir şey söyledin mi giderken?‘KAL’ dememi istedin mi? Son bir kez ‘ SENİ SEVİYORUM ’ dedin mi? ‘BEKLE BENİ DÖNECEĞİM’ dedin mi? Beynim öylesine uğulduyordu ki... Duyamadım...Gittin...Nereye gittiğin önemli değildi. Binlerce kilometre uzaklarda dahi olsan, İki metre ötemde de, fark etmiyordu. Artık yoktun ve asıl bu düşünce beni felç ediyordu. Kurtulmalıydım senden, Bu yokluğun duygusundan kurtulmalıydım. Kurtulamadım...Gittin... Unutulanların arasına katılmalıydın. Anıları bir sandığa koyup hayatı Bir yerinden yakalamalıydım. Bu aşk noktalanmalıydı, Bu sevdadan vazgeçmeliydim. Yapamadım...

Gittin... Bil ki; Sevmekten vazgeçmedim seni, Bil ki seninle birlikte sevdanı da taşıyacağım yüreğimde. Bil ki seni... Unutamadım...
Gittin sen, tüm gidenler gibi…
Tam beni tamamlayacağını düşünürken,
Yine ben eksik kaldım…
Gülümseyişlerim takılı kaldı yüreğimde…
Sonu yok, ışığı yok bir yolda, ıssız, sessiz kaldı sevdam…
Ama sen gittin… tıpkı diğerleri gibi…
Korkup kaçtın belki de bu sevdadan.
Küçük bir çocuktu kocaman yüreğiyle seni seven,
Ama sen sığdıramadın kalbine,
Taşıyamadın doğru dürüst…
Pes edişin de ondandı belki.
Başka cümlelerin ardına sığınman,
Yalan yanlış sevdalara takılman…
Gözlerine baktığım zaman çoğaldığımı hissediyordum.
Öyle anlamlıydı ki, hayatın tüm gizemi senin gözlerindeydi sanki,
Her şey o “toprak kahvenin” içinde saklıydı.
Ama sen aniden kapattın o gözleri,
Aldın toprağımı benden…
Tüm sırlar da toprağın siyah dehlizlerinde kapalı kaldı…
İşte ondan sonra başladı her şey…
Kalp ağrılarım, baş ağrılarım, gece yarısı sebepsiz haykırışlarım…
Bana bıraktığın ve içimde kalan o topraktı,
Vatanım dediğim belki de tüm bunlara sebep olan…
“Kötü bir oyun seyrediyorsun, geçecek” diyordum kendime,
“Bak geçince hiçbir şey kalmayacak
Arda kalanlar eksi sonsuzluğa uğurlanacak” diyordum.
Ama olmadı…
Geçmedi…
Her şey artarak çoğaldı…
Pişmanlıklar sardı çevremi,
“Keşkeler” birikti içimde,
“Acabalar” dolaşıp durdu beynimde…
Hepsi benden bağımsızdı.
Hiçbir organıma söz geçiremedim.
Hep sen çoğalıyordun, hep sen büyüyordun içimde…
Sana dönüşmeye başladığımı anlayınca da bir direniş başlattım kendime.
Artık hiç konuşmuyorum kalbimle…
Kendi haline bıraktım onu.
Ne derse desin, ne isterse istesin hiç aldırmıyorum.
Tıpkı derin dondurucudan çıkmış gibi bir kalbim var artık benim.
Buz gibi…
İçindeki her şey dondu…
Sevgiler, sıcak gülümseyişler, arzular, istekler…
Belki bir gün üzerindeki buzlardan sıyrılıp
Artık ben de varım diyerek yeniden ortaya çıkar ve bana döner; kim bilir.
Ama o güne kadar buz gibi bir “mavinin” arkasından bakacağım dünyaya…
Senin bana verdiğin o “acı kahveyi” içeceğim.
Kolay değil çünkü kalbimde kuruyup çatlayan susuz toprağa
Yağmur yağdırmak yeniden…
O yüzden zamana bırakıyorum her şeyi.
Bakmadığın bir çiçek nasıl soluyorsa
O “toprak kahvesi de” bir gün elbet solacak.
İşte o gün yağacak nisan yağmuru…
Hayatımda ilk kez sana açtığım kalbimde
Bundan böyle sadece bahara açacak, sadece bahara…

Doğum günün kutlu olsun…
Mutlu yıllara…

Alper COŞKUNÇAY

18 Kasım 2007

42 - “Çocuk... Gül... Atatürk...”

“Çocuk!” Atatürk’ün çevresindekilere hitap etme şekli... Benim de Atatürk’e ve tarihe aşık ve “saygılı” çok yakın bir arkadaşımın bana hitap etme şekli... Konuşurken de, davranışlarımızda da Atatürk’ü hiç unutmamamızı sağlayan, onu hatırlatan...

Şimdi Türkiye İş Bankası reklamında duyuyoruz bunu.. Ben reklamda Atatürk’ün kullanılması doğru mu yanlış mı onu tartışmak yerine, reklamdaki konuşmalardan “kimin” “neler” çıkarması gerektiğini değerlendirmek istiyorum.. Çok farklı bir yorum getiren başka bir arkadaşım ve annem sayesinde..

“AAA”... “N’oldu çocuk?”...”Senin eline diken batar mı?”...”Batmaz mı?”...” Senin elin kanar mı?”...”Kanamaz mı?”...”Ama sen Atatürk değil misin?”...”Öyleyim çocuk”...”Amaa...”

“Sen şimdi bırak benim kim olduğumu”...”Bu gülü yetiştireceksen canın yanacak, elin kanayacak, güneş seni terletecek, bu bahçede gül bitmez diyenler olacak, “gül öyle yetiştirilmez böyle yetiştirilir” diyenler olacak, sen kendine şunu soracaksın, “ben burayı gül bahçesi yapmak istiyor muyum..? Ben burada dünyanın en güzel güllerini yetiştirmek istiyor muyum?”... Eğer çok istiyorsan, ne eline batan diken, ne de söylenenler umrunda olmayacak.. Kim olursan ol, tek isteğin... ... şu kokuyu duymak olacak.. Anladın mı?”... “Anladım”... “Aferin sana... Hadi bakalım, devam...”

Sayın Gül.. Sayın Erdoğan.. Bu kadar yüksek oy aldınız.. Sizin elinize diken batmaz mı? Sizin eliniz kanamaz mı? Herşeye rağmen tabiki kanar...

Ama sen bırak benim kim olduğumu, bu kadar oy almış olmamı da, geçmişimdeki Milli Görüş kimliğimi de boşver..

Bu ülkede iyi işler yapmak istiyorsanız canınız yanacak, eliniz kanayacak, çevrenizdekiler sizi terletecek, bu ülkeden hiç bir şey olmaz diye bu ülkeyi küçümseyenler olacak, ülke öyle yönetilmez böyle yönetilir diyenler olacak, sen kendine şunu soracaksın, ben bu ülkeyi “gül bahçesi” yapmak istiyor muyum, ben burayı dünyanın en büyük ülkelerinden biri yapmak istiyor muyum?.. Eğer çok istiyorsan, hiçbir şey umrunda olmayacak.. Kim olursan ol, hangi görüşe sahip olursan ol, tek istediğin, bu ülkenin başarısının sonuçlarını görmek olacak... Anladınız mı sayın Gül, sayın Erdoğan? Hadi bakalım... Durmak yok, yola devam..

Böyle yorumlanabilir ve dinlenebilir bence.. Bir de.. Çocuğunuzu yetiştirmek için de aynı konuşma yorumlanabilir..

Anne, baba, senin eline diken batar mı, senin elin kanar mı? Sen çocuğunun gözünde dokunulmaz ve en güçlüsün, sana bir şey olamaz...

Bu çocuğu yetiştirmek istiyorsan canın çok yanacak, elin kanayacak, hepsini de bu çocuk yapacak.. Çevrendekiler seni eleştirecek, “bu çocuktan çok şey bekleme” diyenler olacak, “çocuk öyle yetiştirilmez böyle yetiştirilir” diyenler olacak.. Sen kendine şunu soracaksın.. “Ben bu çocuğu bu dünyaya verdiğim en büyük eserim olarak, gurur duyacağım birini yetiştirmek istiyor muyum?” Eğer çok istiyorsan, ne onun seni kırması, ne çevrendekilerin eleştirileri umrunda olmayacak.. Kim olursan ol, tek isteğin, çocuğunun büyüyüp seni gururlandırmasını görmek olacak... Anladınız mı?

Bir de kendime dinliyorum, yorumluyorum.. Kim olduğum hiç önemli değil, geçmişim, sahip olduklarım.. Biliyorum ki yapmak istediğim her şeyi çok zor başaracağım.. Bir sürü zorluk yaşayacağım, yaşıyorum.. Yaptığım onca şey için “boş işler bunlar, ne işine yarıyor” diyenler de var, yapmak istediğim onca şey için umudumu kıranlar da, Tekirdağ için sarf ettiğim çabaların boşa olduğunu düşünenler de.. Ama bunların hiçbiri umrumda değil... Ne yaşadığım sıkıntılar, ne geçilen süreçler, ne de eleştiriler umudumu kırmayacak.. Tek isteğim, başarıların meyvelerini görmek, burayı bir gül bahçesi yapmak..

NUR ERDEM ÖZEREN
18.11.2007

4 Kasım 2007

40 - Süleyman DEMİREL’e Çağrı...

17 – 18 Kasım’da Demokrat Parti Kongresi yapılacak.. Bir sürü aday adayı.. Bir iki aday.. Aday adaylarında bile heyecan sıfır..

Kamuoyunda da sıfır gündem, sıfır tepki.. “Doğru Yol Partisi”nin adının “Demokrat Parti” olarak değişmesi kimseye hiç bir şey ifade etmedi.. Heyecanını, daha doğarken seçimde öldürdüler.. Zaten “Yeni Demokrat Parti” hiç gerçek “Demokrat Partili”lerden oluşmamıştı ki..

Merkez sağda bir “arayış” olduğu, AKP’nin “alternatifsizlik”ten bu kadar oy aldığı, uzun süredir konuşulur.. E hadi merkez sağ, daha ne kadar arayacaksın? Gerçek “Demokrat Partili”ler ne zaman sahip çıkacak “merkez sağ”a? AKP “taban”da ve “tavan”da çoktan oturdu bu koltuğa.. Kim değiştirecek? Nasıl değişecek?

Benim bir formülüm var! Süleyman DEMİREL! Aman hemen tepki göstermeyin.. Bence artık hiç bir “merkez sağ” görüşlü insan 9.Cumhurbaşkanımızın gelip bu partinin başına geçmesini istemiyor ve beklemiyor.. Zaten zekası tartışılmaz DEMİREL de attan inip eşeğe binmez..

Ama geç kalınmış bir hareket yapabilir.. Onun siyasete geri dönmesini istemeyen “merkez sağcı”lar, onun göstereceği, “işaret edeceği” bir “lider”in arkasından gidecektir.. Ya Demirel bu durumdan şikayetçi değil, ya da öyle bir “lider” yok ortada.. Ya da bizim düşünemediğimiz başka bir sebep var..

Bu kadar mı kısır Türkiye “lider” bulma konusunda? Açıkçası benim gönlümden geçen, ve “lider”liğini bence çoktan kanıtlamış olan, “merkez sağ” görüşe uygun, ve tabanının büyük kısmının desteğini aldığını “konumu itibariyle” çoktan kanıtlamış biri.. Rıfat HİSARCIKLIOĞLU..

Süleyman DEMİREL’in de işareti ve desteği ile, “merkez sağ” aradığı “lider”i bulmuş olacaktır diye düşünüyorum.. Ama bunun zamanı bugün mü? Sanmıyorum..

AKP iktidarı, bir dönem, bir süreç, ve bu eninde sonunda bitecek.. Ama mevcut “gücü”nün karşısındaki “çırpınışlar” hüsranla sonuçlanacaktır.. Doğru zamanlama ile, AKP’nin gücünün azalmaya başlayacağı ve parçalanma sürecine gireceği dönemde çıkmalı ki “alternatif” oluşum, işe yarasın ve toplumda karşılık bulsun..

Burada sıkıntı, “o güne kadar kim öle kim kala” durumu.. DEMİREL’in inancı, “bu toplum ihtiyacı olunca “lider”ini içinden çıkaracaktır” şeklinde.. “Tabandan tavana” mı gelecek, yoksa “tavan”daki bir takım hareketler “taban”da karşılık bulunca mı güçlenecek? Bence ikincisi..

Türk toplumu artık “önüne konan alternatiflerden” seçmeye alıştı.. Kendi içinden çıkaracak olsa çoktan çıkarırdı.. Çünkü AKP’ye oy verenlerin büyük çoğunluğu, “alternatifsizlik”ten ve “mevcutların arasında en iyisi” olduğunu düşünerek oy verdi.. Çünkü başka bir “alternatif” yoktu daha iyisini “vaad eden”.. Ve böyle bir durumda bile kendi “alternatifini” çıkarmayan, “alternatif üretme yorgunu” Türk toplumu, önüne bir alternatif “sunulmasını” bekliyor..

Ama bu “alternatif” öyle logo değişimiyle, “otel salonu”nda yapılan birleşme toplantısıyla, “liste savaşları” sırasında sıralamaların “satıldığı” spekülasyonları olmasına neden olan mantalitedeki “siyasetçi görünümlü” insanlarla, “lider” olamadığını milletvekili listesini hazırlarken gösteren, kişisel egoları yüzünden bu alternatifi yok eden insanlarla olmaz..

Ülke çapında, küçük şehirlerde “doğru insanlarla” örgütlenmeyle, “umut veren” isimlerle, hem siyasette kirlenmemiş ve hiç bulaşmamış olan, hem de yıllardır siyasetin içinde olan insanların kombinasyonunuyla yola çıkarak, “kamuoyu yaratarak”, iyi bir “halkla ilişkiler kampanyası” ile, daha kuruluş aşamasında sanki seçime hazırlanırmışçasına bir gayret, hırs ve çalışkanlıkla, “eski”lerin desteği ve “danışmanlığı”nın, yenilerin hırs ve heyecanının birleştiği bir oluşum olmalı bu “alternatif”.. İşte anca o zaman “alternatif” olur..

Sayın DEMİREL, startı kim verecek?

NUR ERDEM ÖZEREN
04.11.2007

2 Kasım 2007

39 - Kuzey Irak

Kuzey Irak karmakarışık... Terörist yuvası... Ucu Türkiye’ye dokunuyor... Neden? Kimler yüzünden? Önceden “ne” vardı da bu kadar “sıkıntı” yoktu?

Biz yıllardır operasyonlar çerçevesinde “gerektiğinde” bunun kararını verip, elimizi kolumuzu sallaya sallaya girmiyor muyduk Kuzey Irak’a? “Binlerce” askerle “operasyon” yapmıyor muyduk? Tezkere mi gerekiyordu, A.B.D.’nin izni mi? Ya da Irak yönetiminden kimse “ne işiniz var burada?!!” mı diyordu?

Bir zamanlar “örgüt lideri” sıfatıyla sadece “komutan”larımızla görüş – ebil – en Mesut Barzani ve Celal Talabani, şimdi “resmi” sıfatlarla bize “kafa tutmaya” kalkıyorlar..

Ne oldu da bu kadar “değişti” herşey? Saddam idam edilirken alkış tutanlar şimdi ne düşünüyorlar acaba merak ediyorum? Saddam’ın “diktatör” rejimi meğer ne çok işimize yarıyormuş..

“Müttefik”imiz A.B.D., bizim komutanlarımızın görüştüğü örgüt liderlerinden birini Irak’a “Cumhurbaşkanı” olarak “atayarak”, daha o aşamada, bizi kimlerle muhatap edeceğini göstererek, tezkerenin karşılığını vermeye başladı..

Ve şimdi Türkiye, Kuzey Irak’a girerek aslında resmen A.B.D.’nin topraklarına girmiş oluyor.. Çok açık bir şekilde A.B.D. yönetiminde olan ve kararların A.B.D. tarafından alındığı bir komşu ülkemiz var artık.. Çünkü aylarca Birleşmiş Milletler’den onay almak için uğraşan A.B.D., şimdi ülkenin sahibi gibi davranıyor..

Peki bu ne zaman ve nasıl düzelecek? “Kim” gelecek ki Irak’ın başına da, biz bu siyasi, askeri ve diplomatik sorunları yaşamayacağız.. Sonsuza kadar A.B.D. mi yönetecek Irak’ı? O zaman biz her Kuzey Irak sınırına gelişimizde askerimize “sen dur bir bekle, ben meclisten tezkere çıkarıp sana haber vereceğim” mi diyeceğiz?

A.B.D. askerleri mi kontrol altında tutacak Kuzey Irak’ı? Yıllardır Irak’ın içindeki askeri sorunu bile çözemeyen A.B.D., bizim 25 yıldır uğraştığımız sorunu mu çözebilecek bir anda?

Zaten silah ve mühimmat satarak ekonomik rant sağlayan da A.B.D.’nin “ordusuna da” silah satan büyük şirketler değil mi? Bitirmek için asıl yapması gerekeni yapmayanlar, şimdi askeri erkle mi yapabilecekler bunu?

Yoksa Irak halkı öyle bir “demokratik” seçimle öyle güçlü bir “lider” seçecek de o mu kontrol altına alabilecek Kuzey Irak’taki sorunları? Ve bu kişi, “demokratik” davranan, “diktatör olmayan”, aynı zamanda da “güçlü” biri olacak..

Kuzey Irak’taki “askeri” sorunun Türkiye’ye en az zarar vermesinin formülü, PKK’nın Kuzey Irak’tan beslenmesinin ve kamplaşmasının engellenmesinden geçiyor.. Siyasi sorun çok ayrı ve çok daha derin bir konu... Ama “şu anda” asıl problem PKK ise, bunu durdurmanın tek bir yolu var.. “Savaş” ilanı..

Adı “tezkere” mi olur, “seferberlik” mi olur, “savaş” mı olur bilmiyorum.. Ama asıl “yetki” “asker”e verilmeli.. Hem de “sınırsız yetki”.. Kimi, ne zaman, nerede öldürmesi gerektiği kararını, “sınır tanımadan”, orayı “yaşayan” asker vermeli...

Ama asıl sıkıntı, 6 yıl önce “terör”e savaş açtığını “iddia eden” A.B.D.’nin, PKK’yı “nedense” bir türlü terörist olarak görememesi.. Ne A.B.D.’yi, ne Barzani’yi, ne de Talabani’yi dinlemeden, derdimizin “onlarla” değil “PKK ile” olduğunu göstererek ve anlatarak, zaten dağlık olan ve kimsenin yaşamadığı bir bölge olan Kuzey Irak’ın kuzeyden ilk 30 km.sine, sınırsız yetki ile operasyon yapma yetkisi verilmeli “asker”e..

Şu anda bu yolda ilerlendiğini düşünüyorum ve umuyorum.. “Taraflara” “asıl derdimizin” onlar olmadığını ve “amacımızın” Kuzey Irak’ta yaşayanlara değil “PKK”ya dokunmak olduğunu anlatma aşamasındayız.. Umarım sonraki aşamada da gerekli yetki ve destek “asker”e verilir ve bu işin “kök”ünü kazıma şansımız olur..

NUR ERDEM ÖZEREN
02.11.2007

12 Ekim 2007

38 - Üniversitelerde Türban

Ben kendimi bildim bileli bitmeyen bir tartışmadır Türkiye’de “Türban”.. “Kamusal Alan”a girsin mi girmesin mi, “üniversite”ye girsin mi girmesin mi?

Eskiden çözmek çok daha kolay geliyordu bana.. Şimdi ise öyle bir hal aldı ki, yine toplum “ikiye bölündü” konuyla ilgili, aşırı uçlar oluştu..

Benim gözümde uzun sakal, şalvar, cübbe ve mini“cik” etekten farkı yok “Türban”ın... Kamusal alana “uzun” sakalınızla, cübbenizle, şalvarınızla veya mini“cik” eteğinizle girmeniz ne kadar “yasak”sa, ne kadar yapılmıyorsa, o kadar “yasak” olmalı Türban’ın “Kamusal Alan”a girmesi..

Ama üniversite için de bir o kadar “serbest” olmalı aynı mantıkla.. Nasıl ki şalvarıyla, cübbesiyle gelen erkeklere, mini“cik” etekle gelen üniversite öğrencilerine ne kadar “sesimizi çıkarmıyorsak”, “türban”la gelene de o kadar “sesimizi çıkarmamalıyız” sadece ve sadece “üniversite”ye gelene..

Uzun sakalıyla, dini kıyafetleriyle üniversiteye gelen “erkek”lerin bu halleri sıkıntı yaratmıyor da, “kız” öğrencilerin “türban”ı mı yıkacak “laik Cumhuriyet”i.. Yıllardır Üniversite çatısı altında “örgütlenmiş” olan “başka” siyasi partilerin sakıncası yok da, bu mu sakıncalı?

Unutuyoruz ki; hele ki bir genç için; “yasak” olan herşey daha “cazip” oluyor.. “Serbest” bırakmanın getireceklerini yok sayıyoruz.. O zaman “özgür iradesiyle” karar verip “belki” başını açması ihtimalini yok ediyoruz..

“Normal” gençler ailesine kafa tutup “değişebilirken” üniversitede, “onlara” neden vermiyoruz daha çok şeyi görüp “daha geniş açıdan bakma” şansını? Onların “isyan” etme ihtimali yok mu sizce? İçinde sakladığı ve dışarı çıkarmak için, patlamak için beklediği “genç kızı” görmeye neden çalışmıyoruz?

Kaç kere dinleyip “anlamaya” çalıştık “neden” başlarının kapalı olduğunu? Değiştirmenin yolu “dış”lamak mıdır, “yasak”lamak mı?

“Öteki”leştirmek yerine “aranıza” alıp “konuşmayı” ve “anlamayı” deneme şansımızı yok ediyoruz.. Her “başını örten” “Laik Cumhuriyet’in Düşmanı” mıdır? Sizin anneniz, nineniz “Cumhuriyet Düşmanı” mı?

Sokakta, yolda, gittiğiniz kafede, restoranda “bulunmaları” ile üniversiteye “öyle” girmeleri arasındaki fark nedir? Üniversiteye girince mi “Laik Cumhuriyet”imiz yıkılacak? Bu kadar mı güçlü bu kızlar? “Aynı görüşteki” erkekler yıllardır “cirit atıyor” üniversitelerde.. Bu görüşlerini “yaymak” için çaba da harcıyorlar üstelik.. Ve “kızlar”dan çok daha koyu ve uç değil mi fikirleri..? Yıkıldı mı “Laiklik”..?

“Mahalle baskısı”, “mahalle”de yok da, “üniversite”de mi olacak? Orası üniversite, kimse kimseye zorla bir şey yaptıramaz.. Yıllardır Anadolu’nun her yerinde üniversiteye giden yüzlerce genç tanıdım, hangi erkek “zorla” oruç tutturuldu, namaz kıldırıldı? Bu konuda çıkan bir kaç “dayak” haberi nedeniyle “herkes”i suçlayamayız.. “Bir kaç” fütursuz Türk’ün yaptıklarını “Tüm Türkiye’ye” mal eden “dış basın”a kızıyoruz da, biz neden aynısını yapıyoruz?

Ama bunu “deneyebileceğimiz” bir dönemde değiliz.. AKP iktidarına bu kadar “tepki” varken, toplum bu konuda bu kadar “ikiye” bölünmüşken, “diğerleri” tepki vermeye bu kadar hazırken, “mahalle baskısı” da gündemdeyken, en ufak bir olayda her iki “taraf” da “bak gördün mü?” demeye bu kadar hazırken, “Türban”la “baş örtüsü”nü bu kadar birbirine karıştırmışken, “masumane” kapatılan başlar “Türban” gibi görülüp, “sırf siyasi amaç için” başını örten bu kadar insan varken, üniversitelerde özgürlük olması çok zor, ve ağır bedelleri var..

Bu kararı “başka bir iktidar” veya YÖK, Anayasa Mahkemesi gibi “siyaset dışı” başka merciler vermeli, ki toplumda minimum tepki olup geçiş “yumuşak” olabilsin..

NUR ERDEM ÖZEREN
12.10.2007

9 Ekim 2007

37 - Ali... Mehmet... cik...

Siz 20 yaşın aslında ne kadar küçük bir yaş olduğunu biliyor musunuz? Küçükken “asker abi”ydi onlar benim için.. Şimdi ise çok iyi biliyorum ki kardeşim yaşında “küçücük” insanlar..

20 yaşında birinin “ölümü” ne demek hisseden var mı? İnsanız ya, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyoruz... Hissedemiyoruz “ölümü”... “Şehit annesi” olmanın ne demek olduğunu...

O yılan neredeyse çeyrek asırdır yaşıyor.. Dokunmadık yer bırakmayacak...

“Ciğerinin yanması”, “uğruna yaşadığın”, “var olma sebebin” evladının “ölüm”ü ne demek anlayamıyoruz biz...
Televizyonda sıradan haberleri seyretmeye devam ediyoruz... “Rating” yapanları... Gazetede “şehit” haberlerini okumadan geçiyoruz artık...

O kadar alıştık ki artık “şehit” kelimesine... Lugatımızın en çok kullanılan kelimelerinden biri oldu.. Hangi “yabancı” dilde karşılığı var acaba?

Ama yine de biz bilmiyoruz “şehit babası”, “şehit anası”, “şehit eşi” olmanın ne demek olduğunu.. “Şehit çocuğu” olmayı...

Burada bırakın okumayı.. Sadece bir dakika, ya da belki de sadece 10 saniye, kendinizi “onlardan birinin yerine” koyun... Ne hissederdiniz bir kaç saniye yaşayın.. Anlamaya çalışın...

Ancak “o zaman” toplum olarak “ne tepki vereceğimize” karar verebiliriz.. “Toplum olarak” tepki verebiliriz..
“Tüh tüh” demek dışında, “Ay yazık” demek dışında, “Allah sabır versin” demek dışında “bir şeyler” yapabiliriz...

Sadece 20 yaşında “küçücük” gençleri, aslında yaş ilerledikçe daha da iyi anlıyorum ki “henüz sakalı bile çıkmamış çocukları”, 2 aylık eğitimle, aylarını, yıllarını “dağda” geçirmiş “terörist”lerin önüne salarsanız, bu da kaçınılmaz son olur..

İşin iyice suyunu çıkaran şerefsizler ve yandaşları, fütursuzca meydan okuyorlar Türkiye Cumhuriyeti’ne...
Özellikle Cumhurbaşkanı’nın gittiği yerlerdeki bölükleri hedef alıp diyorlar ki; “Sizin göstermek istediğiniz gibi güvende değil buralar, biz hala burada dimdik duruyoruz... Hodri Meydan!”

Bir de bunların yandaşları, destekçileri, siyasileri var.. Geçtiğimiz günlerde onlardan da bir “hodri meydan” geldi... “Bizim dokunulmazlığımız var, dokundurtmayız..” dediler...

AKP’yi tehdit görüp yollara dökülürken, tepkiler verirken, ordusu, muhalefeti, yargısı, aydını, aradan sıyrılan 20 “PKK Milletvekili”ne sesimizi çıkarmadık...

“Keşke” dedim sonuçlar açıklandığında, “inşallah” dedim... “Sadece ve sadece “Kürtleri” temsil ederler mecliste..” Ama ilk günden gösterdiler PKK’yı ve “İmralı’daki Liderlerini” “temsil ettiklerini”...

Şimdi neden “Cumhuriyet” Mitingleri yapmıyoruz..? Farklı siyasi sonuçların önünü tıkamak isteyenler, şimdi neden harekete geçmiyor? AKP olunca demokrasinin karşısına “yargı”yı koyan hakimler şimdi nerede? DTP olunca “demokrasi” daha mı önemli oluyor? Acaba bu “aydın”lık mı oluyor? Yoksa “bunları” meclise “ilk sokanların” kim olduğunu çabucak unuttuk mu? “Dağ”dan indirmiş mi olduk siyaseti “düz ova”ya? Bu mudur bunun yöntemi? Herkese “meydan okuyan” Başbakan “bunlara” neden “tepkisiz”?

Sadece “Ordu” mu karşı çıkmalı ve cevap vermeli “bunlara”.. Yoksa “ordu” da “başka şeylerle” uğraşırken “asli görevini” hafife mi aldı?

“Kürt Meselesi” ile “PKK Terörü”nü net çizgilerle ayıramadığımız sürece, tepkimizi de “tam” verememeye devam edeceğiz..

“Alıştıkça” herşeye, “alıştıkça” şehit haberlerine, “anlamadıkça” “şehit annesinin” ne hissettiğini, hissedemedikçe “ölüm”ü yanıbaşımızda, lanet edemeyeceğiz “içimizden gelerek”... Sıradan bir “haber” olacak hepimiz için..

NUR ERDEM ÖZEREN
09.10.2007

8 Ekim 2007

Ironi

Soğuk.

80x180 ebatında bir yatakta, üzerinizde ince bir battaniye, başınızı kahverengi bir yastığa koyduğunuz ve her gün isyan ettiğiniz 28 güne dönmek istiyorsunuz. Zira üzerinizde ne bir battaniye var, ne de kahverengi yastığınız. Isınmak için ateş yakmanız yasak, çünkü o gece karanlığında, ha ateş yakmışsınız, ha üzerinde “buradayız biz” yazılı neon ışıklı bir tabela ile gezmişsiniz. Tam da aynı sebepten sigara dahi içemiyorsunuz.

Operasyonlarda ölen asker haberleri, bulunduğunuz coğrafyadan geliyor. Her an ertesi günkü gazetelerin flaş haberi olabilirsiniz. Oysa ki, magazin gazetelerinde gözükmek istiyordunuz hep. Televizyonu açtığınızda gördüğünüz Laila, Reina, Bodrum görüntülerinde yer almayı düşlediniz. Fakat öğesi olmaya en yakın olduğunuz program Ana Haber Bülteni.

Bazı insanlar eğlenebilsin diye, siz savaşmak zorundasınız. Umurlarında olmadığınızı bilmek acı evet ama gelin itiraf edin, onlar da sizin umurunuzda değil. Çok daha ciddi problemleriniz var. Düşüncelerinde, en afilisinden mavi bereli bir resminiz ile iki kuru “canımız yanıyor” lafından ibaret olduğunuz kişiler ne kadar umurunuzda olabilir ki ve ne kadar müthiş bir ironidir ki en sık kullandığınız cümle hâlâ “asker vurulduğunda değil, unutulduğunda ölür”. Bu kadar mı inanıyorsunuz buna? Oysa 24 saat bile değil gazetede çıkan mavi bereli fotoğrafınızın unutulma süreci ki her saat yaşınıza bile tekabül etmez.

Oysaki görmüyorlar o vesikalığınızda, parkanızın altındaki cüzdanınızın içini. Sevgilinizin, annenizin, babanızın, kardeşinizin fotoğrafları var o cüzdanda. Az kaldı döneceksiniz onlara.Ömrünüzden geçen her güne seviniyorsunuz.

İnsan ömründen geçen her güne sevinir mi?

Fakat pek istediğiniz gibi gitmiyor işler. Nasıl gitsin. 20 yaşındasınız, askerliğe başladıktan 28 gün sonra elinize bir tüfek vermişler ki o da belinizden biraz daha yükseğe geliyor yanınıza koyduğunuzda. İlk atışınızı ise 2 hafta önce yapmışsınız. Keklik gibi avlanıyorsunuz. Arkanızdan ağıtlar yakılıyor. “Bunun hesabı sorulacak” deniliyor. Her gün biri televizyonlara çıkıp nasıl kahramanca öldüğünüzden bahsediyor. Yalan söylüyor. Keklik gibi avlandınız çünkü. Ölmek ile de kalmadınız, öldükten sonra işkence gördünüz. En iyi ihtimalle bir uzvunuz kopartıldı. Arkanızdan babanız, “Vatan sağolsun” diyor ama, siz neden öldüğünüzün farkında bile değilsiniz. Yüksek ihtimal katilinizi görmediniz bile.

Sizi öldüren silah bir amerikan silahı, ki o silahın esas sahibi Amerika az önce Ermeni Soykırımını kabul etti. Uğruna öldüğünüz ülkenin başbakanı da, “neden öldüğünüzü” soranlara, “2 ay sonra Amerika’ya gideceğim, bunu soracağım” diye cevap veriyor. “Kime ne soruyorsun?” diyemiyorsunuz. Satıldınız, 1 milyar dolar para için kendi başbakanınız tarafından satıldınız. Kendisini o mevkiye getiren her bir bireyin tabutunuzda imzası var. İmzayı attıktan hemen sonra bir eğlence mekanında Happy Hour yaşamaya gitti onlar. Ne büyük ironidir ki, onlar için öldünüz. Ne onlar sizin umurunuzda, ne de siz onların.

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Şunun farkında olmanız gerekli:

PKK sınır ötesi operasyon ile bitmez. Her bir militanı tek tek öldürseniz de bitmez. Zaten istatistiklere bakacak olursanız, bir militan PKK saflarına katıldıktan en fazla 3 sene sonra ölüyor. Ölmekten korktuklarını mı sanıyorsunuz? PKK, militanlarını eskisi gibi, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden toplamıyor. Dağılmış olan Irak, ve kendi ülkelerini kurmak için fırsat bulan Kuzey Irak Kürtleri, militan ihtiyacını sonsuza kadar sağlayabilir. Siz istediğiniz büyüklükte bir operasyon yapın, hepsini öldürün, Gabar dağını Gabar ovası haline çevirene kadar bombalayın, en fazla üç ay içinde PKK, aynı militan gücüne ulaşacaktır. PKK’yı bitirmenin yolu, para kaynaklarını kesmekten geçer, PKK’yı bitirmenin yolu, silah kaynaklarını kesmekten geçer.

Bu iş “dur bakalım Amerika ne diyecek” diyerek çözülmez. Seni vuran kişiye, “birader beni biri vuruyor, ne dersin, ne yapayım?” diye sorularak çözülmez. Oğlu gibi yan gelip yatmadıkları için ölen çocuklarımızın akibetini Amerika’dan öğrenemezsin.

7 Ekim’deki 13 şehidimizin tabutunda, bu ülkenin o çok övünerek söyledikleri %50’sinin imzası vardır. Aksini söyleyen, yalan söyler.

Şunun farkında olmalısınız; sıra size gelecek. Askerlik yapıp yapmamanızın bir önemi yok, bu iş böyle gittiği sürece, ya kendinizin, ya kardeşinizin, ya sevgilinizin, ya çocuğunuzun, ya da herhangi bir akrabanızın tabutuna imza atmaya devam edeceksiniz.

Sıranın size gelmeyeceğini düşünüyorsanız, kendinizi kandırıyorsunuz.

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Şehit olmanın ötesinde koskoca bir ironisiniz.Evet Soğuk, hem de çok soğuk. Allah hepsinin belasını versin.

Amin.

Murat Emre KERVANCILAR

3 Ekim 2007

36 - İlköğretim’de “Din” Eğitimi

Anayasa tartışmaları ile birlikte bir konu gündemin “merkezi”ne oturdu geçtiğimiz haftalarda.. “Üniversitelerde türban”la girilmesine izin verilsin mi, verilmesin mi?”.. Ama bir de gündemin “kıyısında” kalan bir kısmı var tartışmaların.. İköğretim’de “Din” eğitimi..

Toplumda AKP karşıtı laik kesim, ki “AKP karşıtı olmayan laikler” de olduğunu unutmamak lazım; ilköğretim’de din dersinin “seçmeli” olması gerektiğini savunuyor.. Din kültürü dersinin ise mecburi olup “Dinler Tarihi”nin öğretilebileceğini söylüyorlar..

Tüm dinlerin anlatılması gerektiğine katılıyorum.. Ki zaten şu anda öyle yapılıyor.. Ama Müslüman çocukların din dersini okulda “öğrenmemesi” gerektiği düşüncesinde bir şeylerin gözardı edildiğini düşünüyorum..

Şu konuda sanırım herkes hemfikirdir ki, herşeyin “aşırı”sı zararlı ve tehlikeli.. Hele “din” konusundaki aşırılıklar büyük sıkıntı.. Ama “aşırı”sına tepki göstermeye çalışırken “özüne” ve “olması gerekene” de zarar vermeye başladığımızı ve amacımızdan saptığımızı düşünüyorum..

Bu ülkenin % 80’i, 90’ı, ya da tam bilemediğim bir “çoğunluğu” “müslüman” değil mi? Müslüman olmayanlar zaten bu derslerden muaf.. Müslüman olan neden okulda öğrenmesin dinini?

Okulda öğrenmeyince, “isteyen” gitsin başka yerde öğrensin dediğimizde, saf ve temiz düşüncelerle “din öğrenmeye” gittiği “başka yerler”de çocuklara daha “farklı şeyler” öğretilme ihtimalini es mi geçiyoruz? O zaman o çocuğun din konusunda “aşırılaşması” daha kolay olmaz mı?

Milli Eğitim’in denetiminde, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı “öğretmenler”den öğrenmesi varken “temel din eğitimini”, neden başkalarının önüne atalım ki onları..

Ya da hiç öğrenmediğini düşünelim.. Yıllardır üniversitelerde yaşanan aşırılıkların sebeplerinin başında ne var? Üniversiteye gelmiş “bilinçsiz” ve “bilgisiz” gençlerin, “bazı çevreler”ce istedikleri yerlere çekilmeleri değil mi?
Din konusunda hiç bir bilgisi olmadan üniversiteye gelip aileden uzaklaşan gençlerin, “farklı yerlere” çekilmeleri çok daha kolay olmayacak mı? Bunu düşünemiyoruz sanırım..

Aslında yıllardır bu “aşırılık” korkusuyla dinini unuttu “Türk Gençliği”... “Satanist” olmayı, “Hristiyan” olmayı, “Ateist” olmayı “farklılık” sanıp kaybetmedik mi bazı “değer”lerimizi de dinle birlikte.. Bir dönem resmen “moda” oldu “müslümanlığı reddetmek”..

Anadolu insanının dinle içiçe geçmiş “gelenek ve görenekleri”nden her geçen gün uzaklaşmıyor mu “yeni nesil”? Bayramlarda ne yapıyoruz artık?

Bırakın çok fazlasını, “ailesinden bir yakınını kaybetse”, cenaze namazı kılamayacak kadar, ya da “sadece” cenazesinde okuyacak bir duayı bile bilmeyecek kadar uzaklaşmadılar mı zaten müslümanlıktan? Böyle mi “laik” ve “modern” olacağız?

Örnek aldığımız batı toplumlarında, A.B.D.’de, Avrupa’da “ilköğretim”de ve aslında “aile”de nasıldır “din eğitimi”?

Dikkat etmiyor muyuz acaba, yaşamlarını yansıttıkları ve eleştirdikleri “her” sinema filmlerinde “en az bir sahnede”, ya “cenaze” ya da “kilise” sahnesi ile dinlerini nasıl yaşadıklarını bize göstermiyorlar mı?

Aşırılıktan kaçalım derken kaybetmeyelim “bazı değerlerimizi”.. İsteyen müslüman olmasın da, müslğman olan çocuklar da “aşırı olmayan” “öğretmenlerden” öğrensinler “dinlerini”..

Zamanında aynı şeyi 1980 sonrasında “siyaset” için yaptık ülke olarak, şimdi yana yakıla gençleri siyasete davet ediyoruz.. Ama ne yazık ki, ölürken edilen şahadet imanı kurtarmıyor..

NUR ERDEM ÖZEREN
03.10.2007

9 Eylül 2007

35 - Boşa Giden Birikim

Bir kaç ay önce bir haber seyrettim.. Fadima AKKOYUN adlı bir nine, 20 Milyar’a yakın parayı yatağının altında yıllarca biriktirmiş.. 20.000 YTL değil... Yıllar sonra, TL’den YTL’ye geçince de, bu paraların hiç bir değeri kalmamış...

Yıllarca düğün, eğitim, iş gibi vesilelerle paraya ihtiyacı olan çocuklarına zırnık koklatmamış biriktirdiği parasından.. Tarla almak isteyen, hayvancılık yapmak isteyen, evlenecek olan çocukları, bu paradan da haberdar olmadıkları için isteyememişler de..

Ta ki paralar “sıfır” değerinde olup da TV’lere çıkıncaya kadar.. O zaman da tüm gerçekleri “gayet rahat” anlatıyordu “Fadime Nine”...

İçimden “nine” bile demek gelmiyor... O kadar kızıyorum ki böyle yapan “anne”lere, “nine”lere.. Bu ne vicdansızlık, bu ne açgözlülüktür...

Türk insanının bir sürü güzel özelliğinin yanında, böyle bir “hastalığı” var bence.. İnsanlar yaşlandıkça, “kendimi garantiye alayım” bahanesiyle, malvarlıklarından hiç bir çocuğuna “koklatmama” hastalığına yakalanıyorlar.. Hemen her ailede yaşanan sıkıntıdır bu..

Bence böyle insanları “taoularıyla ve paralarıyla” gömmek gerekiyor.. Bir iki kişiyi öyle gömünce o para ve tapuların mezarda “kimsenin” işine yaramadığını da görürler belki diğerleri de, bu “hastalık”larını tedavi ettirirler..

Burada kendileriyle çelişiyorlar.. “Kendilerini garantiye almak” düşüncesi, “çocuklarına güvenmemek”ten geliyor.. Yani “benim kenarda param olmazsa, malım mülküm olmazsa, ya başıma bir şey gelirse, başımı sokacak bir evim olmazsa, ben sonra ne yaparım” düşüncesi.. E senin çocukların var.. Onlar bakar sana... Seni aç – açıkta bırakmazlar... Yoksa bırakırlar mı?

Sen demek ki öyle bir çocuk yetiştirmişsin ki, bu nankör çocuk, vefasız, senin evin yokken seni açıkta bırakabilir, paran biterse seni aç bırakabilir, ihtiyacın olduğunda seni yüzüstü bırakabilir..
O zaman yetiştirirken bir yerlerde hata yapmışsın.. Ya da şimdi hata yapıyorsun..

Genelde de bu “çocuk”ların para ihtiyacı, 25 – 35 yaşlar arası, hayatı yeni kurarken olur.. Ya da 50’leri yeni geçmiş, torunlar için bir hayat ve düzen kurmaya çalışırken.. İhtiyaçları olan o para ve mülk, “aile büyükleri”nde vardır ama, “aile büyükleri” de malvarlıklarını çok da fazla olmayan “gelecek”leri için, “her ihtimale karşı” ellerinde tutmayı, ve mümkünse “katlamayı” tercih ederler..

Oysa o “çocuk”ların “o zaman” ihtiyacı olan az miktardaki destek, ya yerden kalkmalarını, ya emeklerken yürümelerini, ya da yürürken koşmalarını sağlayacaktır.. Ve daha genç ve enerjik halleriyle “aile”nin mevcut “malı ve mülkü”nü “daha çabuk” “katlamalarını” sağlayacaktır.. Ama belli bir yaşı geçmiş “aile büyükleri” için artık o “aile” kavramı bitmiştir.. “Çocuk”ların “yeni aile”leri vardır çünkü artık.. “Gelin”e “damat”a koklatmamak lazım”dır o mallardan.. Ya da “çocuk”un “çarçur etmesi”ni engellemek gerekir...

Oysa zamanında kendi ailesinin ona destek olmayıp “önünü kestiği”ni anlatan da, bu malı mülkü edinmek için “çok çalıştığı”nı anlatan da onlardır..

“Neden çalıştın?” dersin.. “Neden edindin ki onca malvarlığını?”.. Hepsinin de “yalan” cevabı aynıdır : “Çocukalrım ve onların geleceği için..”

E şimdi çocuğunun ihtiyacı var.. Bugün 10 lirayla çözebileceğin sorunu, sen ölünce 100 lirayla bile çözülmeyecek...

Kurtul bu hastalıktan ey “yaşlanan Türk Milleti”.. Güven çocuklarına da, aç önünü, destek ol, yıllarca sadece “onun için” ve “onun geleceği için” çalıştığını göster.. Mezara götürmek tapularını ve paralarını.. Orada onlar da senin bedeninle çürüyecekler.. İzin ver de dışarıdakiler çürümesin sen yaşarken gözünün önünde..

NUR ERDEM ÖZEREN
09.09.2007

34 - Sol’un “Lider”leri ve Baykal’dan Kurtulma Yöntemleri...

Bugün 9 Eylül 2007... CHP’nin kuruluş yıldönümü... Ve belki de ilk kez bir CHP doğumgünü, iki ayrı grup tarafından, iki ayrı merkezde kutlanıyor...

Birincisini anlıyoruz... CHP’nin tüm il ve ilçe teşkilatlarının katılımıyla Anıkabir Ziyareti... Ama ikincisi, “999 Hareketi”nin amacı daha farklı... CHP’nin kuruluşunu kutlamak değil... “O bahaneyle”, Baykal’dan kurtulmaya çalışmak...

Ama demokrasinin vazgeçilmez parçaları olan siyasi partilerde “demokrasi” bu kadar mı işlemez, anlamak mümkün değil... Bir siyasi partinin lideri bu şekilde mi “indirilir” koltuğundan?

Neden “sosyal demokrat” olduğunu iddia eden, isminde “Halk”ı, “Demokratik”liği bulunduran “sol” partilerin liderleri “halk”ın sesine kulak vermezler, “demokratik” yöntemlerle bırakmazlar o koltukları?

Ben kendimi bildim bileli Demokratik Sol Parti Genel Başkanı Bülent (Rahşan) Ecevit’ti.. Ta ki ölene kadar.. Hiç mi başarısız olmadı? Nedendi ısrarı hep “Genel Başkan” olarak kalmakta, kendine veliaht yetişririp, “seçimle” bırakmamakra.. DSP’den önce de, 70’lerde de CHP’nin değişmez “lideri”ydi..

80’lerde “2. İnönü Dönemi” ile, bir başka “mülayim” “lider” Erdal İnönü ile tanıştık.. Kısa bir süre için.. Sonra da son 15 yılın “Genel Başkan”ı Deniz Baykal..

İnönü ve Ecevit’in “mülayim”liğinin aksine “kavgacı” Genel Başkan Deniz Baykal ile, 84 yıllık tarihinde sadece 4 isim var CHP’de “lider” olarak anabildiğimiz.. Bu kadar “kısır” mıdır “sosyal demokrasi” “lider” bulma konusunda? 1 asrı tamaladığımızda, hadi bir yeni lider daha çıksa şimdi, 100 yılda 5 isim... Çok “demokratik” gerçekten...

Belki çoğumuz unuttuk ama, Ecevit, ne zaman “Büyük Kongre”de karşısına bir aday çıksa, çeşitli bahanelerle onu ya salona aldırmaz, ya konuşma hakkı verdirmez, ya da bir vesileyle önünü tıkayacak çeşitli “bahaneler” bulurdu...

Aynı “geleneği” şimdi onun “genel sekreteri” Deniz Baykal uyguluyor.. “Demokratik yöntemlerle onu “Genel Başkanlık”tan indirebilmek neredeyse imkansız... Kurduğu sistem nedeniyle...

Kimse Baykal’ı “sol’un lideri” olarak görmüyor, ki sürekli bir “sol’da lider” arayışı var.. Ama bunu görmek istemeyen Baykal sıkı sıkıya yapışmış “muhalefet” koltuğuna.. Onun iktidar olma isteği, hazırlığı, çabası falan yok, o gayet mutlu “kendi köyünün muhtarı” olmaktan...

Ama Baykal’dan “kurtulmanın” yolu böyle “999 hareketleri” falan değil bence... Bunu yapmak isteyenler, önce gidip kendilerini destekleyenleri üye ve delege yaptırırlar, sonra kongre yapılana kadar gidip her ilde, ilçede teşkilat seçimlerinde kendi adaylarını koyup seçtirirler, sonra da il ve ilçelerdeki kendi ekiplerinin gelip kongrede oy kullanmalarını sağlarlar... Yani tabandan tavana doğru yapılır bu hareket... Siyaset böyle yapılır...

Ya da, gidersin başka bir siyasi parti kurarsın, ya da kurulmuş olanlardan seni destekleyen bir siyasi partiye gider üye olursun, seni destekleyen diğer sosyal demokratları, ya da hangi kesimse onları, davet edersin, hatta CHP içindekileri de davet edersin, güçlü ve yeni bir oluşum kurarsın... Bir sonraki seçimde de girip CHP’yi hezimete uğratıp Baykal’ın istifasını getirirsin.. Sonra istersen mevcut siyasi partiyi kapatıp CHP’ye geçersin...

Öyle “istifa et” çağrıları ile Baykal’dan kurtulamazsınız.. Mitinglerin pek bir işe yaramadığını, hatta ters tepki yarattığını, “Cumhuriyet Mitingleri”nden göremeyen “sol” oluşum, şimdi kendi içinde de aynı yöntemi kullanmaya çalışıyor.. Keşke “olması gereken” yöntemleri uygulasalar da, Türkiye de özlediği kaliteli, çalışkan, proje üreten, çözüm üretmeye çalışan “sol”cularına tekrar kavuşsa..

NUR ERDEM ÖZEREN
09.09.2007

9 Ağustos 2007

33 - “Türk İnsanı”nın “İş” Sıkıntısı..

Türkiye’de iş sıkıntısı var mı? Herkesin ortak görüşü, “evet var”.. İşsizlik hat safhada.. Kimse iş bulamıyor..

Ben buna katılmıyorum.. Türkiye’de iş sıkıntısı yok.. Bir sürü iş var.. Ama iki büyük sıkıntı var.. Biri kalifiye eleman sıkıntısı.. Yani o işin asıl gereklerini yerine getirecek kadar kendini geliştirmiş insanların bulunamaması.. Diğeri ise insanların iş beğenmemeleri..

Ben daha ziyade insanların “iş beğenmemelerine” ve “işten kaytarmalarına” takığım..

İşsizlik, beraberinde bir sürü sıkıntı getirir.. Parasızlık en başta.. Ve bunun getirdiği psikolojik sıkıntılar.. O yüzden, işsizken bu sıkıntılardan kurtulmak uğruna çok heveslidir insan bir iş bulup çalışmaya..

Ama işi bulup çalışmaya başlayınca unutur o günleri.. Aylarca “param yok” diye ağlayan, bir sürü sıkıntı çeken o değilmiş gibi, iş bulunca çalışmaz..

Sokakta onun işini yapmak için hazır bekleyen yüzbinlerce işsizi unutup, sanki o “iş”i ona “veren” “işveren” ona mecburmuş gibi, yapmaz işini.. Aslında yeri çok kolay doldurulabilir herkesin.. Ama bu unutulur çalışmaya başlanınca..

Verilen iş yapılmaz.. İşin gereklilikleri yerine getirilmez.. Kalpazanlık, sürekli bir yorgunluk, işten kaytarmak için binbir bahane, hepsi arttıkça artar..

Yapılması gerekenlerin yarısını yapıp patrona çok iş yapmış gibi göstermeye çalışmalar başlar.. İşte orada “insanı aptal yerine koymak” devreye girer.. Görünen köy kılavuz istemez de, köyü saklamaya çalışırlar..

İş beğenilmez olur.. Göz hep daha iyilerini görür.. Hele Türk İnsanı için daha az çalışıp daha çok kazananlar vardır hep akılda..

Bu yüzdendir ki, son yıllarda artmadı denen istihdam, bir sektör dışında tüm sektörlerde artmıştır aslında: Tarım.. 3 ay çalışıp 9 ay yatmak devri bitmiştir, ama bunu anlamayan Türk İnsanı hala daha az çalışıp daha çok kazanmak peşindedir..

Toplam çalışan sayısının % 30’unu da tarımda çalışanlar oluşturduğundan, tarımda azalan istihdam, işsizliği azalmamış gibi gösterir.. Hep aynıymış gibi..

Ama hizmet sektöründe de artan istihdam, tarımdan kayan çalışanlardan mıdır bilinmez, kalite sıkıntısı ile karşı karşıyadır..

“Çalışkan” insan, müşteri gelince, sanki patrona şikayet edemezmiş gibi, “müşteri” gibi davranmaz ona.. Paranla rezil olursun “hizmet” sektöründe bazen.. “Hizmet” almak için verdiğin paranın karşılığını alamadan..

Proaktif olup çözüm üretmeye çalışmaz kimse.. “Bir şey” var mı diye sorunca, “yok” deyip geçer, iki adım ilerideki bir dükkandan alınabilecek olsa da.. Zor gelir çünkü..

“Ben bu işi nasıl daha iyi yaparım da daha çok para kazanırım?” demez bir türlü.. Salla başı, al maaşı..

Ya da ben bir iş öğreneyim de, o işi daha iyi yapayım demez.. Cebine satacak hiç bir şey koymaz kendiyle ilgili, sonra kendini pahalıya satmak ister..

Kendini hiç bir şekilde geliştirme ve bu işi daha iyi yapma derdi yoktur ama, kazandığı parayı beğenmez.. Daha çok değil, daha verimli, daha etkin, daha işine odaklanıp çalışınca kazandığı parayı hak edeceğini ve daha fazlasını istemeye hakkı olacağını anlamaz bir türlü..

Ah insanoğlu.. Kolayı bulunmaz.. Hazıra dağlar dayanmaz, bilmez.. Yeri doldurulmaz sanır.. Unutur geçmişi, hatırlamaz kaybetmedikçe elindekinin kıymetini..

NUR ERDEM ÖZEREN
09.08.2007

3 Ağustos 2007

32 - Bu Bir Siyasi Başarıdır...

Siyaseti iyi bilmek lazım.. Seçim kazanabilmek için.. “Siyaseti” bilmezsen, “bürokrasi” ile, “hukuk” ile, “askeri hiyerarşi” ve “güç” ile kazanamazsın “seçim”i..

AKP’nin başarısının tamamen “siyasi” bir başarı olduğunu düşünüyorum.. Ta en başından beri, kurulan “kadrolar” ile, atılan her “düşünülmüş” adım ile, basına yapılan her “açıklama”da, stratejik adımlarla, “siyasi manevralar”la gücüne güç kattı AKP..

Seçim döneminde her ilde tek tek kitapçıklarla anlattı neler “yaptığını”.. O ilde ve Türkiye’de.. Kimse neler “yapmadığını” anlatmadı.. “Anlatamadı” bence.. O kadar çok şey vardı ki “yapmadığı”, “yapamadığı”, “yanlış yaptığı”.. Benim daha önce bir yazımda kısaca değinmeye çalıştığım..

Öyle bir siyaset bilgisi, deneyimi olmayan ve dar “kadrosu” olan 2 parti – DP ve GP; siyaseti “muhalefet”, ama ölümüne ve “sadece” muhalefet olarak gören ve “iktidarmışçasına” somut şeyleri konuşmayı beceremeyen bir parti – CHP; bir de zaten sadece “ideoloji” üzerine oynayan bir parti – MHP; vardı AKP’nin karşısında..

Ve bunlardan oluşan “muhalefetsizlik” nedeniyle bir de başka “muhalefet mercileri” eklendi bu 4 siyasi partiye..

Birincisi, TSK.. Türk Halkı “Ordu”ya güvense bile siyasete “karışmaması” gerektiği konusunda bir kez daha “muhtıra” verdi “ordu”ya.. Ama anlayan yok.. Her “muhtıra” ve “ihtilal” sonrası “ordu”nun “karşı” olduğu seçim kazanmış, daha da güçlenerek, ama TSK kurmayları bunu görmemekte ısrarlı.. Çünkü onlar “siyasetçi” değil...

İkincisi, Ahmet Necdet SEZER.. Türk Halkı ona da “çok” güveniyor.. Ama onun da “muhalif” olmasına tepki gösterdi..

Üçüncüsü.. Yargı.. En saygın kurumlardan biri, “siyasi” bir kararla “saygınlığını” yitirdi bu süreçte.. Özal ve Demirel’in Cumhurbaşkanlığı iptal edilmeli alınan karara göre..

“Siyaset” dışından gelen tüm bu “siyasi” “müdaheleler” sonrasında, AKP “akıllıca hazırlanmış” “siyasi” hamlelerle, basın açıklamasını yapan kişiye kadar planlanmış ve düşünülmüş hamlelerle (Cemil ÇİÇEK – 27 Nisan’ın Cevabı), “durumu lehine çevirmeyi” başardı..

“Demokrasi ile Bürokrasi”nin, “Siyaset ile Siyaset Dışı”nın, “Elit ile Halk”ın “seçimi” haline getirildi seçim.. “Biz ve Diğerleri” hiç bu kadar hissedilmemişti sanırım.. Ama bunu “siyaseti iyi bilenler” kullandı..

Seçim kampanyasında da “yapılması gereken”i yaptı.. “Meyve veren ağaç” taşlandı, meyveleri daha da büyüyüp olgunlaştı..

“4,5 yıl öncesinden daha kötü durumda olan varsa bize oy vermesin”.. “Tek başıma gelmezsem çekilirim”.. Demokrasi üzerine ve “Türk Halkı”na duydukları “güven”in altını çizen demeçler.. Herkesi kucaklayacakları iddiası ile hazırlanmış milletvekili aday listeleri..

ÖZAL’dan, DEMİREL’den, MENDERES’ten “alıntı” ve “çalıntı”lar bile olsa, özel hazırlanmış “siyasi” hamlelerdi hepsi..

Hiç bir siyasi partinin bir tane “vaad”ini duydunuz mu? “Mazot düşecek, ÖSS kalkacak”.. Başka? Kimse iktidar “olamayacağını” bilirmişçesine girdi seçime sanki..

Tayyip ERDOĞAN’ın halkı selamlayan fotoğrafını koyup “Tayyip’in Terör Karşınıdaki Duruşu” diye ilan verirsen, “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı”nın “makamına saygıdan” bunu yapmaman gerektiğini anlatır sana Türk Halkı..

“APO’yu asacağız” diye meclise 2. parti olarak girip “genel af” çıkarırsan, terör konusunda bir söz söylemene izin vermez Türk Halkı..

Siyaseti bilip, geniş ekipler kurup, yıllarca birlikte çalışıp, somut öneri ve projeler getirip, her durumda düşünerek hareket edeceksin.. ki iktidar ol..

“Siyaset” “siyasetçi”nin işidir.. Bunu bilmek, ona göre hareket etmek gerek..

NUR ERDEM ÖZEREN
03.08.2007

2 Ağustos 2007

31 - Sonuçlara Tahammül ve Yeni Seçim Sistemi...

Seçim sonuçları açıklanınca hemen “bir şeyler” yazmaya niyetlendim.. Sonra baktım benim söylemek istediklerimi bir çok gazeteci, yazar söylüyor, yazıyor.. Ben de kimsenin değinmediği ne kalacak diye beklemeye karar verdim.. 10 gün..

Kendi çevremle yaptığım sohbetlerden yola çıkmak zorunda kaldım, aldığım tepkilerden sonra.. Kimse AKP’ye oy vermemiş sanki.. Uzaydakiler seçmiş AKP’yi.. Sokaktaki 18 yaş üstü her iki insandan biri AKP’ye oy vermemiş sanki.. AKP’ye oy verdiğini bildiğim insanlar bile çekinir durumdalar bunu söylemeye.. “Ayıplanıp” “kınanıyorlar!” çünkü..

“Aydın Kesim” oy veremez, vermemeli sanki AKP’ye, herkes ayıplıyor beni, ve benim gibi AKP’ye oy verenleri.. (Yazdıktan sonra fark ettim, öyle anlaşılabilir, ben kendimi “Aydın Kesim” falan olarak nitelendirmiyorum, aman yanlış anlaşılmasın.. Gayet sıradan “yurdum insanı”yım..)

Ben koyu bir “AKP’li” değilim.. Ama benim oy verirken baktığım kriterlerim, beni mevcut sistemdeki alternatiflerin arasında AKP’ye oy vermeye götürdü.. Sizin kriterleriniz farklı olabilir, ben size bir şey demiyorum, saygı duyuyorum, peki neden bu tahammülsüzlük “AKP’ye oy verenlere”..

Aldığım tepkilere hayret ediyorum.. AKP’ye oy veren kimse “diğer partilere” oy verenleri ne kınıyor, ne hakaret ediyor.. Ama bakıyorum da AKP’ye oy verilmesine kimsenin tahammülü yok..

Nedir bu kadar “kavgacı” yapan sizi bu konuda? “Saygı”yı ne çabuk kaybettiniz “düşünce özgürlüğü”ne.. Yıllarca “düşünce özgürlüğü”, “uzlaşma”, “özgürlük” diyenler, bir anda bunları unutup düşüncelere “saygı göstermemeye”, “başkalarının kararları”nı kınamaya başladılar “saygısızca”.. Ne “aptal”lığı kaldı Türk Halkı’nın AKP’ye oy verdi diye, ne “ülkeyi ve kendini sattığı”..

AKP’ye oy verenlerin hepsi “kınanması gereken”, “hata yapan”, “ülkesini satan”, “laiklik” nedir, “Cumhuriyet” nedir, “Atatürkçülük” nedir bilmeyen insanlar, onlar “aptal”, “geleceği göremeyen”, “kör” ve “oylarını satan” insanlar..

Ben bu tepkilerden sonra Türkiye Cumhuriyeti için yepyeni bir seçim sistemi öneriyorum..

Bundan söyle, ilk ve orta öğretim mezunlarının oyları 1 oy, üniversite mezunlarının oyları 2 oy, yüksek lisans yapmış olanların oyları 3 oy, doktora ve üzeri ise 4 oy sayılmalı..

Ayrıca farklı ilçelerin oy katsayıları olmalı.. Mesela Bağcılar veya Ümraniye 1 ile çarpılmalı, ama Teşvikiye, Bağdat Caddesi, Bahçeşehir, Ataşehir gibi yerlerde katsayı 3 olmalı..

Trakya ve Ege’de de kullanılan oylar, diğer illere göre daha etkin olacak şekilde katsayılandırılmalı...

Ne de olsa Türk Halkı’nın büyük kısmı “cahil”, “okumamış”, “aydın” ve “elit” olmayan, “kendileri için en doğrusunun ne olduğunu bilmeyen”, “karar alamayan”, “aptal”lardan oluşuyor.. Bu durumda onlara “Demokrasi” haram..

“Devletimizin temel nitelikleri” için, “Cumhuriyet” için, “Laiklik” için, “Atatürk ilke ve inkılapları” için, “Cahil” Türk Halkı’na bırakılmamalı seçme şansı.. Ya yanlış yaparlarsa! Aman! Bütün bu değerler elden gidiverir..

Onun yerine “elit”, “aydın”, “okumuş”, “akıllı” Türk insanları ve bürokratlar, askerler, hukukçular karar vermeli Türkiye’nin geleceği ve kimler tarafından yönetileceği konusunda..

Geçmişte 2+1 = 2,5 kez yaşamadık mı biz bunu? Ben mi yanlış okudum yoksa kitaplardan? Elitler ve aydınlar ile askerler birlikte karar verince daha iyi oluyor ülke geleceği ve demokrasi için.. Atatürk ilke ve inkılapları, Cumhuriyet, Laiklik, hepsi de gümbür gümbür yerinde duruyor o zaman..

İşte hayalimdeki demokrasi.. “Geleceğin Türkiyesi”ni ancak bu şekilde inşa edebiliriz...

NUR ERDEM ÖZEREN
02.08.2007

13 Temmuz 2007

30 - Muhalefetsizlik...

Seçim yaklaştı.. AKP yine birinci parti gibi görünüyor anketlerde.. Neden peki? Bunu kendine sorması gerekip de sormayanlar için, ben değerlendirme yapmak istiyorum..

Normalde iktidar olan partilerin yıpranması, oy kaybetmesi gerekirken; onca spekülasyona, tartışmalı olaylara rağmen ve toplumun “tamamının” “muhteşem” icraatlar yaptığı konusunda hemfikir olmamasına rağmen, (ki ancak bu durumda oyunu koruyabiliyor veya artırabiliyor olmalı) AKP oy kaybetmiyor, hatta geçen seçimden daha çok oy alması ihtimali bile konuşuluyor.. Neden?

Tek bir cevabı var bunun : “ALTERNATİFSİZLİKTEN”!!!

Bu, hem meclis içi hem meclis dışı muhalefetin ayıbıdır.. Değil öyle şapkalarını, herşeylerini önlerine alıp, haftalarca düşünmeleri gereken bir konudur... Ama nafile.. Yıllardır kılını kıpırdatmayanlar, seçime doğru durumun vehametini anlayıp bazı hareketler yapmaya çalışıyorlar..

Bir tek Cem UZAN oy kazanıyor.. “Tek Başına” olmasına rağmen.. Bir ikinci adam, Emin ŞİRİN dışında kimse yok, onun da yüzünü görse kaç kişi tanır bilinmez..

Peki neden oy kazanıyor? Yıllardır, “alternatif çözüm önerileri getiren” tek parti olduğu için.. Belki herkes biliyordu uçuk şeyler olduğunu demek istiyorum, ama Cem UZAN’ın geçen seçim söylediklerinin bir kısmını AKP gerçekleştirdi, bu seçimde söyledikleri de diğer partiler tarafından hemen sahiplenildi..
Siyasi partilerimizin yaratıcılığına bakın.. Mazot, işsize maaş ve ÖSS üzerine siyaset yapıyorlar..

Cem UZAN’dan başka kimse, hiç bir konuda, “biz bu icraatı eleştiriyoruz ama, biz olsaydık böyle yapardık” demiyor.. Diyemiyorlar.. İktidar olsalar ne yapacakları belli değil.. Hazır değiller..

Bu demek değil ki Cem UZAN olsa süper yapar.. Bir kere tek başına.. Kurmaylarını sayalım beraber.. Kaç isim çıkar?

Ama bu sadece onun handikapı da değil.. Hiç bir muhalefet partisinin “kadrosu” yok.. Ben Türkiye’de siyasetin “sadece” “liderler” üzerinden döndüğüne inanmıyorum.. Bu “bir yere kadar” etkili... En fazla % 7 = GP. Asıl güçlü olan partilere bakın, “kadrosu” olan, ve “liderleri” bu “kadroları” ellerinde tutup yönetebildiği için “güçlü”ler.. AKP’nin de en büyük gücü buradan geliyor..

Sokakta kime sorsanız, AKP’den en az 10 kişi sayar size.. Peki CHP’den 5 kişi sayın.. DP’den.. MHP’den.. Kaç isim söyleyebilir “sokaktaki adam?”

O zaman şu geliyor hemen akla, “e tabi onlar iktidar, Bakanlar Kurulu, sürekli göz önünde, muhalefetin öyle bir şansı yok”.. Peki o zaman şunu soralım.. 15 – 20 yıl öncesine gidin, SHP’den, DYP’den, ANAP’tan, Refah’tan 10’ar isim sayın bana.. Herkes sayabilir mi? Demek ki bu partiler, güçlü “kadro”lar oluşturup, “muhalefette iken bile” güçlerini göstermişler.. Hatırlayın, muhalefetin Bakanlar Kurulu’nu bilirdik o zamanlar.. İktidar olsalar, “kimlerle”, hangi konularda “ne yapacakları” belliydi.. Siyaset “o zaman” zevkliydi..

Şimdi teşekkürler AKP’ye.. Sırf “AKP olmasın diye” bile olsa, Türk insanı siyaseti hatırladı.. Siyaset “konuşmaya” başladı “yine”.. Sayesinde siyasete küsen insanlar sokaklara atıldı.. “Duyarlı” hale gelip “tepki vermeye” başladı.. Alternatif çözümler üretip, “bağımsız”ları arttırdı.. “Güçsüz” partiler “transferlerle” ve “birleşmelerle” güçlenmeye başladı.. “İcraat” üretmeye, “fikir” üretmeye başladı..

Ama yine de Türkiye “hala” seçim havasına giremedi.. Zevksiz, tatsız tuzsuz bir “seçim propaganda dönemi” geçiriyoruz.. Acaba sadece 2 – 3 parti üzerinden gittiğinden midir nedir?

NUR ERDEM ÖZEREN
13.07.2007

29 - Meslek Seçimi

ÖSS bitti, “büyük sınav”, ama asıl sınavlardan biri, “Tercih Dönemi” geldi.. Aslında öğrenciler bir kaç gün üçünde geleceklerinin en önemli sınavlarından birini geçirecekler, ÖSS’den çok daha önemli olan..

Aslında her yıl bilinçsizce o kadar çok yanlış tercih yapılıyor, o kadar çok gencin geleceği istenmeden de olsa bilinçsizce karartılıyor ki..

Yapılan en büyük hata, “Tercih Listesi”ni “Puan Listesi”ne dönüştürmekle başlıyor.. Sanki geçen yıl taban puanı daha yüksek olan bölümler daha iyiymişçesine, yüksek taban puanlı bölümler ve üniversiteler üst sıralara yerleştiriliyor..

Ben bunu şöyle örneklendiriyorum.. Nokia sizin için çok daha kullanışlı bir telefonsa, Samsung daha pahalı diye onu alır mısınız? O zaman size daha uygun bir bölüm ve üniversite varken, puanı sizin aldığınızdan düşük diye neden onu aşağılara itersiniz? Mezun olurken o bölüme kaç puanla girdiğinizi kimse sormuyor ki..

İşte bu yüzden, bence “ölü tercih” diye bir şey yoktur.. Onun adı “Tercih Listesi”, puanlara göre dizmeye gerek yok, kapat puanı, sen neyi daha çok istiyorsan onu yaz.. Hiç taban puan açıklanmamış varsay.. O zaman ne olacaktı tercih kriterin..? Tabiki sana uygun olup olmaması...

Üniversite tericihiymiş gibi görünse de, aslında bölüm, ve daha da önemlisi meslek seçimi yapacaklar.. Burada da yapılan büyük hatalar var..

Küçük şehirlerde yaşayanların hep hayalidir “Büyük Şehir” üniversiteleri.. Hele ki İstanbul.. “Taşı toprağı altın”.. Altın kadar değerli olan ve pahalı olan aslında.. Ama bunu düşünmezler.. Parayı kendileri kazanmadıkları için..

Ya da o şehirler, sevgiliye göre ya da arkadaşa göre seçilebiliyor.. Sevgiline yakın olmak için yaptığın tercih, ondan ayrılınca bir anda yerle bir olmana, ve hatta yeni sevgilin alt sıraya attığın şehirde ise tamamen hüsrana dönüşüveriyor..

Kriter sıralamasını iyi belirlemek gerekiyor... Normalde tam tersi sıra uygulanıyor olsa da, önce meslek, sonra o mesleğe uygun bölüm, sonra da o bölüm ve senin için en uygun üniversite ve şehir seçilmeli.

Önce meslek seçilmeli.. Kendine uygun olan mesleği seçmek.. Unutulmaması gereken şey, “herkes, bir başkasının beceremediği konuda ustadır..” Nasıl ki sen Sezen AKSU kadar iyi şarkı sözü yazamazsan, senin yaptığın bazı şeyleri de kimse senin kadar iyi yapmıyordur.. Önemli olan bunu bulmak, ve buna göre “mesleğini” seçmek..

Kendimize ilk sormamız gereken soru, “Neden meslek sahibi olmak istiyorum?” Para kazanmak, ve başarılı olma hissi; kariyer yapmak gibi manevi hazlar... Var mı başka sebebi?

Peki eğer amaç buysa, nasıl elde edilir bu? Daha iyi üniversitelerin daha popüler bölümleri ile mi? Başarılı insanların başarısının sırrı bu mudur? Yoksa size en uygun mesleği seçmekten mi?

“Geleceğin Meslekleri” diye popüler bir terim var son yollarda... Bu kadar geleceği görebiliyor muyuz? Benim mezuniyetimde Tekstil ve Gıda Mühendisliği çok popülerdi, 3 yıl sonra Tekstil Sektörü çöktü, daha üniversitede okurken işsizlikle yüzyüze kaldı o bölümlerde okuyanlar..

Kendine uygun olan işi seçip, onu herkesten daha iyi yapan biri, hiç beklenmedik paralar kazanabilir, başarılı da olabilir.. Hiç lisedeyken “aşçı” olmayı hedefleyen kimse gördünüz mü? Peki aşçılığı severek ve profesyonelce yapanların nasıl paralar kazandığını biliyor musunuz?

Ya da mesela, 2 yıl önce biri size, “bir adam çıkacak, sadece klarnet çalarak çok başarılı ve ünlü olacak, inanılmaz da paralar kazanacak” deseydi, ne düşünürdünüz? İhtimal verir miydiniz? Peki bugün, Hüsnü ŞENLENDİRİCİ nasıl bir sanatçı sizce?

İşte bu yüzden... “Her meslekte iş garantisi var” ve “Hiç bir meslekte iş garantisi yok”.. Size uygun mesleği seçmek, hayatınızın sonuna kadar mutlu olmanız demek... Size uygun olan bir işi, severek yaptığınız zaman, sizce para kazanmamak ve başarılı olmamak mümkün mü? Size uygun mesleği seçerseniz iş garantiniz var.. Ama ayaklarınız geri giderek gideceğiniz bir meslekle, ne para kazanabilirsiniz, ne de başarılı olursunuz.. İsterse en popüler, en moda meslek olsun..

Hem o sizin moda diye seçtiğiniz meslekleri de, Sezen AKSU’nun söz yazarlığı kadar ustalıkla yapacak kadar o işe uygun ve yetenekli birileri de seçmişken, siz mi daha başarılı olursunuz onlar mı?

Önemli olan, kendine uygun olan mesleği seçmek kadar, aynı zamanda her geçen yılı iyi değerlendirip, önüne çıkan fırsatları iyi değerlendirip kendini geliştirmekten geçiyor.. Kendini geliştirmeyi, kendini bir marka gibi görüp marka yatırımı yapmak gibi görmek gerekiyor.. Siz o markaya ne kadar yatırım yaparsanız, ne kadar çok para harcarsanız o marka için, markanızı ne kadar yukarıda konumlandırırsanız tüketicinin gözünde, o kadar yüksek fiyata satabilirsiniz..

Siz de kendinize ne kadar yatırım yaparsanız, ileriki yıllarda kendinizi o kadar pahalıya satma şansına sahip olursunuz.. Ama üniversite yıllarını tatil gibi görürseniz, hayatınızın sonuna kadar bol bol tatil yapmak zorunda kalabilirsiniz..

Asıl burada, Türkiye’deki iş sıkıntısı giriyor devreye herkesin konuştuğu... Ama ben iddia ediyorum, Türkiye’de iş sıkıntısı yok! Türkiye’de kalifiye eleman sıkıntısı var.. Kendini hiç bir konuda geliştirmemiş “sade” üniversite mezunları, kendilerine sunulan şartları beğenmiyorlar, ama “ben kendime bugüne kadar ne yatırım yaptım?” ya da “Ben doğru meslek için mi çırpınıyorum” demiyorlar..

Burada da “torpil” giriyor devreye iddialara göre.. Bence onun adı da torpil değil artık, “referans”.. Hiç bir şirket sahibi, zarar etme pahasına, işine yaramayacak yeteneksiz ve beceriksiz bir adamı sırf “torpilli” diye işe almaz diye düşünüyorum.. Ya da en azından benim bir şirketim olsa, amacım para kazanmak ve başarılı olmak olacağından, işime yaramayacak birilerini işe almazdım “torpilli” diye..

Ama “referans”a önem verirdim.. Tanıdığım, yakınım olan birileri, bana tanıdığını önerirse, “önce” onu değerlendirirdim.. Ne de olsa bir “kefil”i var.. Ama onu da işe alacağım garanti olmazdı.. Bakalım benim ihtiyaçlarıma uygun mu...

O yüzden tercih yapacak sevgili gençler;

Şirketlerin ihtiyaçlarına uygun bir insan olmak için, kendi işinizde bile başarılı olmak için, kendi değerinizi yükseltmek için, paza kazanmak için...

Unutun puanlarını bölümlerin, “Tercih Listesi” yapın, yüksek puan karın doyurmuyor, kendinize uygun mesleği seçin, bırakın popüler meslekleri, sadece 4 yıl okuyacağınız üniversiteyi ve şehri değil, size uygun olan mesleğin gerekliliği olan bölümü seçin, üniversite yıllarını boşa geçirip tatil yapmayın, kendinizi geliştirin, çok insan tanıyın...

O zaman emin olun hayatınız boyunca mutlu olursunuz...

Ve siz sevgili anne – babalar;

Bırakın kendi “tercih”lerini kendileri yapsınlar... Bu onların hayatı... Sizin yapamadıklarınızı ve hayallerinizi görmek istediğiniz oyuncaklarınızın değil.. Sizden sonra da öyle olacak..

NUR ERDEM ÖZEREN
13.07.2007