28 Kasım 2007

41 - Allah’ım Bana Değiştiremeyeceğim Şeyleri Kabullenme Gücü Ver...

En zorudur kabullenmesi... Değiştiremeyeceğini bildiğin şeyleri... En acı vereni ve katlanılmazı.. Elinden hiçbir şey gelmez... Çok güçlüysen bile... Nafile... “Sen” değiştiremezsin hiçbir şeyi..

Uzun süreli ilişkilerin iki sonu vardır.. Ya evlilik.. Ya “son”.. Yıllarını verirsin... Yıpratırsın herşeyi.. Yaşanacak ne varsa yaşarsın.. Sonra öyle biter işte.. Tahammülsüzlük.. Yıpranmışlık.. Sürükler “son”a.. Belli bir sebebi yoktur... Sorarlar “niye?” diye.. Yoktur cevabı.. “Zaman”dan başka..

Bakarsın geçmişine.. “Neyi değiştirmek isterdim?” diye sorarsın kendine.. Hep aynıdır cevap... “Zaman”ı.. “Keşke biraz daha geç karşılaşsaydık.. O zaman herşey daha güzel olurdu” diye düşünerek..

Demek ki varmış büyüklerin bir bildiği.. “Daha çok erken, daha küçüksün” derken..

Yıllardır “vazgeçilmez” olanken, şimdi “herşeyinden” vazgeçilmiştir.. Ve senin bunu değiştirebilmek için yapabileceğin “hiçbir şey” yoktur..

Yapacağın “herşey” sadece “onu mutlu etmek için” bile olsa, o bundan değil biraz olsun mutlu olmak, büyük bir “mutsuzluk” yaşar..

Tek derdi ve isteği “yeni bir sayfa açmak”tır hayatında.. İş ya da okul yeni başlamıştır.. Hemen saçlar değiştirilir.. Kısalır veya rengi değişir..

Hatta mümkünse arkadaş çevresi ile mesafeler bile farklılaşır.. “Ortak” arkadaşlardan uzaklaşılıp, “yeni” çevreye adapte olunur.. Sana dair “birşeyler” hatırlatacak “herşey”, “derhal” çıkarılır veya uzaklaştırılır hayattan..

“Yeni”ye olan sonsuz tahammülü bilmek, sana olan tahammülsüzlüğüne bakınca, acıtır ta içerden.. Derinden yaralar... Anlatılmaz acılar yaşatır..

Bir başkasının vereceği “tek bir gül”, senin vereceğin “yüzlerce”sinden daha mutlu edecektir onu..

Bir başkasının ithaf edeceği şarkı, değil koca bir cd dolusu şarkı, değil bir konser, senin ona özel hazırlatacağın gösteriden bile anlamlı olacaktır onun için..

Sen “kirlenmiş”sindir artık.. Herşeyinle.. Yapacağın hiçbir şey geçmişin “kirlenmişliği”ni değiştiremez.. Ve sen bu kiri asla temizleyemezsin..

“Yeni”si ise “tertemiz”dir onun için.. Kirlenmesi için yıllar vardır önünde.. Tertemizliği ile tahammül sınırları maksimumdadır ona karşı..

Kadınların yıllardır süren “gerçek aşkı” arama tutkuları, aslında aşk değil “sevgi ve saygı”nın önemli olduğunu yaşayarak anlayana kadar devam eder..

Aşk dediğin nedir ki.. İki kez sevişince geçer.. Ne heyecan kalır, ne istek, ne arzu, ne kalp atışları sonrasında.. Zamana yenik düşer arzu ve istekler..

“Hayatının arkadaşı”, 20 yıl sonra kalbini hızlı attırabilecek insan değildir.. Onu 20 yıl sonra yeni heyecanlarda bulursun ancak.. “Hayatının arkadaşı”, pijamalarınla yanında uzandığında “huzur” bulacağın insandır.. “Çocuğunun annesi” ya da babası olmayı “hak edecek” insandır.. Senin onun için atan kalbin, “yenilik”ler içindeki “heves”in, ne birlikte iyi bir çocuk yetiştirmeye yarar, ne huzurlu ve mutlu bir hayat yaşamaya, ne de yanında kendini güvende hissetmene..

Ama terk eden bunu düşünmez asla.. Tahammülsüzlük ve yıpranmışlık, çoktan itmiştir onu “yenilik”lerin kucağına hevesle..

Siz ise bunun için hiç bir şey yapamazsınız.. Ne ondan vazgeçebilir, ne de ona geri dönebilirsiniz.. Tek bir şey geçebilir aklınızdan.. “Allah’ım bana değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenme gücü ver”..

NUR ERDEM ÖZEREN
28.11.2007


Bu yazıyı yazmamı sağlayacak duygu ve düşünceleri sağlayan tüm yakınlarıma teşekkürler.. Umarım çok kişinin duygu ve düşüncelerine tercüman olmuştur..

27 Kasım 2007

Mutlu Yıllara…

Öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki,
Ne sevebilir, ne terk edebilirsiniz. Kör kütük bağlanmışsınızdır aslında…
En güzel yıllarınızın, en tatlı hatıralarınızın ortağıdır,
İç çekişmelerinizin nedeni, yazılarınızın ilhamı, sohbetlerinizin konusudur,
Göz yaşlarınızda, bilinçaltınızda, kahkahanızdadır.
Korkunca saklandığınız bir sığınak,
Coşunca öptüğünüz bir bayrak…
Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır…
Sınırsız ve nihayetsiz…
Ölmek var, dönmek yoktur…
Gün gelir anlarsınız, içten içe bir şeylerin kanadığını,
Tutkulu sevdaların gizli hançerleri başlar parıldamaya…
Şurasından burasından eleştirmeye koyulursunuz;
“Şöyle görünse, öyle demese, değişse biraz, ya da eskisi gibi olsa…”
Başkalarını örnek göstermeye, bak onlar nasıl yapıyor demeye başlarsınız.
Hem birlikte yaşayıp, hem özgür olmanın yollarını ararsınız.
Aşkınızın gözü kör değildir artık,
Yanlışını görür, düzeltmek istersiniz.
“Eskiden böyle miydi yaa…” diye başlayan sohbetlerde açılır eleştirinin kapısı;
Açıldıkça, bastırılmış itirazlar yükselir bilinçaltınızdan…
Böyle süremeyeceğini bilirsiniz.
Değişsin istersiniz. O sevgisizliğinize yorar bunu… ihanete sayar.
Tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümdür.
“Ya sev böyle, ya da terk et!” diye gürler…
Bir zamanlar bir gülücüğüyle alacakaranlığı ısıtan o rüya,
Bir kabusa dönüşür birden…
Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size…
Hoyrattır bakmaz yüzünüze…
Zehir akar dilinden konuşturmaz, suçlar, yargılar, mahkum eder.
Mühürler dudaklarınızı, önemsemez yazdıklarınızı, siler sizi defterden,
“İyiliğin içindi hepsi, seni sevdiğim içindi” dersiniz,
Dinletemezsiniz, ayrılırsanız, yaşayamayacağınızı bilirsiniz ama
Böyle de devam edemezsiniz…
İhanetten, ilgisizlikten ve sevgisizlikten kırılmıştır kaleminiz bir kere
Sevdiğiniz halde…
Terk edilirsiniz…
“Madem öyle”nin çağı başlamıştır bir kere…
Madem ki siz böylesine tutkunken boş vermiştir hayatı,
Madem ki kıymetinizi bilmemiştir,
O halde “günah sizden gitmiştir”.
Lanet ederek bu karşılıksız aşka çekip gitmeleri denersiniz.
Aşkın göçmenli çağı başlar böylece…
Daha özgür olacağı limanlara demirler bir süre,
Ne var ki unutmaz, unutulmazsınız…
Etrafı bir sürü uğursuzla dolmuş, kurda kuşa yem oluştur.
Deli kanlılar, eli kanlılar, uğruna ölenler,
Üstüne binenler sarmıştır çevresini…
Gurur duyar onlarla, koynunda besler, gözünü oysunlar diye.
Uğruna kan dökenleri sever, yoluna gül dökenlerden fazla…
“Bana ne… kendi seçimi” diye omuz silkmeye çabalarsınız bir süre…
Ama sonra… ansızın kulağınıza çalınan bir şarkı
Ya da kapı aralığından süzülüp gelen bir koku,
Hatırlatır onu yeniden…
O yaban ellerde, başka kollarda,
Siz ondan bahseder ağlarsınız.
Kokusunu özlersiniz, türküsünü söylemeyi, şarkısını dinlemeyi,
Yemeğini yemeği, elinden bir bardak su içmeyi…
Karşı nehrin kenarından
Hasret türküleri haykırırsınız, sular kulağına fısıldasın diye…
Dönüp hala seni seviyorum diye bağırmak geçer içinizden…
Dönemezsiniz…
Göremedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız…
Anlarsınız ki bir çaresiz aşktır bu,
Ne onunla olur, ne onsuz…
Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu,
Hem “ne olacak sonunda” kuşkusu…
Böyle sevemezsiniz, çok özlersiniz, ama sürünür gidersiniz…
Sana ne zaman tutulduğumu hatırlamıyorum.
Üzerinden çok zaman geçti.
Ama eminim ilk tanıştığımız güne denk geliyordur.
Çünkü sen zaman içinde sevileceklerden değildin,
Hani uzun uzadıya düşünülüp, ölçülüp, tartılacaklardan…
Zaten böylesine aşk da denmez,
Aşk dediğin ilk görüşte gelir, yerleşir yüreğine…
O gün bugündür hiç eksilmedi, hiç eskimedi yüreğimdeki yerin,
Sana her seferinde ilk günün heyecanıyla dokundum,
Hep aynı tadı aldım, aşk için bütün şeyleri yalanlarcasına…
Neydi beni sana bağlayan?
Seninle geçen dakikaların verdiği haz mı?
Ah evet! İnsana hiç bitmese dedirten o dakikalar…
Yoksa sende insanı kendine esir eden bir şeyler mi var?
Sigara gibi, alkol gibi…
Zaman zaman vazgeçmeye çalıştım senden.
İnsan tutkularından kurtulmak ister nedense,
Suçlu hisseder kendini, korkar…
Benimki de öyle bir şeydi işte…
Ama hep kısa sürmüştü ayrılıklar…
Ayrılık sonrası kavuşmalarımız da daha coşkuluydu özlemin etkisiyle…
Düşündüm de seninle hiç kötü anım yok,
Sen yokken yaşananlar dışında…
Oysa uzun beraberliklerde kaçınılmazdır ya bu,
Ya da var da ben mi sildim hepsini hafızamdan?
Yalnız sen son yıllarda çok değiştin,
Daha mütevazıydın eskiden, oturmanla kalkmanla…
Sen de haklısın zamana ayak uydurmak gerek.
Ben senin her halini seviyordum, hem biliyordum, özünde aynısın.
“Her halini seviyorum” dedim,
Seviyorum elbet ama,
Senin o teninin iyice yanık olduğu zamanlar var ya,
Hani neredeyse siyaha yakın,
İşte o haline hiç dayanamıyorum…
Hangi saate nerede aklıma düşeceğin belli değil,
Uykuda… sokakta…
Biliyorsun, olur olmaz saatlerde arayıp buluyorum seni.
İşin garip yanı ne biliyor musun?
Senin için yanıp tutuşurken,
Başkalarının da aynı duygular içinde olduğunu biliyorum,
Hatta sana dokunduklarını da…
Kızamıyorum onlara, biliyorum sana karşı koymak mümkün değil…
Aslında ilk günden beri biliyorum,
Benimki tek taraflı bir aşk…
Sen sevmek için değil sevilmek için yaratılmışsın…
Ama tükettik her şeyi…
Elimde kalan hasret şimdi…
Özledim seni…
Ayrılık yüreğimi karıncalandırıyor nicedir…
Beynimi uyuşturuyor özlemin...
Çok sık birlikte olmasak bile, benimle olduğunu bilmenin bunca zaman içimi
Nasıl ısıttığını yeni yeni anlıyorum.
Yokluğun,
Hatırladıkça yüreğime saplanan bir sızı olmaktan çıkıp
Mütemadiyen bir boşluğa,
Sabahları seni okşayarak başlamaları,
Akşamları her işi bir kenara koyup
Seninle baş başa konuşmaları özlüyorum…
Oynaşmalarımızı, yürüyüşlerimizi, sevimli haşarılığımı, çocuksu küskünlüğümü…
Nasıl da serttim başkalarına karşı seni savunurken
Ve ne kadar yumuşak,
Bir çift kısık gözle kendimi ellerinin okşayışına bırakırken…
Gitmeni asla istemediğim halde buna mecbur olduğunu görmek
Ve sana bunları söylemeden gitmene izin vermek…
“Beni ne kadar çabuk unutursan
O kadar çabuk kavuşacaksın mutluluğa” demek,
Sana ne de zor…
Seni görmemek ve belki yıllar sonra karşılaştığımızda
Bana bir yabancı gibi bakmanı izlemek…
Yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz geçirmek…
Gittin sen... Ben arkandan sadece baktım. Oysa söyleyecek o kadar çok şeyim vardı ki...”Gidersen, iyiye dair ne varsa içimde yitireceğim hepsini. Gidersen, sönecek içimdeki ateş ve bir daha hiç kimse yakamayacak. Gidersen, karanlığa mahkûm edeceksin günlerimi.O karanlıkta yolumu kaybedeceğim...” diyecektim sana. Konuşamadım...
Gittin... Gidişini görmemek için gözlerimi kapattım. Öğlesine acıdı ki içim, anlatılmazdı bu. Acım yaş olup akmalıydı gözümden. Ağlayamadım...Gittin... Gidişini önlemek için tutmalıydım ellerinden. Ellerim değil miydi her dokunuşunda seni ürperten?! Ürperirdin yine biliyorum. Bir kez dokunsam, bir kes tutsam ellerini, Gitmek için biriktirdiğin bütün cesaretin kaybolurdu. Tutamadım...Gittin... Bir yıkım gibiydi gidişin. Sen adım adım uzaklaşırken benden çöküp kaldı bedenim olduğu yerde. Nice terk edişlere dayanan bu yürek bu kes yenilmişti. Bu kadar zayıf değildim ben, kalkmalıydım. Kalkamadım...Gittin... Oysa ben geldiğin gün gideceğini biliyordum. Hazırdım gidişine. Kaçak zamanları yaşıyorduk. Zaman bitecek ve sen gidecektin. Bense gidişinin ertesi günü hayatıma kaldığım yerden devam edecektim. Edemedim... Başlayamadım... Gittin... Bir şey söyledin mi giderken?‘KAL’ dememi istedin mi? Son bir kez ‘ SENİ SEVİYORUM ’ dedin mi? ‘BEKLE BENİ DÖNECEĞİM’ dedin mi? Beynim öylesine uğulduyordu ki... Duyamadım...Gittin...Nereye gittiğin önemli değildi. Binlerce kilometre uzaklarda dahi olsan, İki metre ötemde de, fark etmiyordu. Artık yoktun ve asıl bu düşünce beni felç ediyordu. Kurtulmalıydım senden, Bu yokluğun duygusundan kurtulmalıydım. Kurtulamadım...Gittin... Unutulanların arasına katılmalıydın. Anıları bir sandığa koyup hayatı Bir yerinden yakalamalıydım. Bu aşk noktalanmalıydı, Bu sevdadan vazgeçmeliydim. Yapamadım...

Gittin... Bil ki; Sevmekten vazgeçmedim seni, Bil ki seninle birlikte sevdanı da taşıyacağım yüreğimde. Bil ki seni... Unutamadım...
Gittin sen, tüm gidenler gibi…
Tam beni tamamlayacağını düşünürken,
Yine ben eksik kaldım…
Gülümseyişlerim takılı kaldı yüreğimde…
Sonu yok, ışığı yok bir yolda, ıssız, sessiz kaldı sevdam…
Ama sen gittin… tıpkı diğerleri gibi…
Korkup kaçtın belki de bu sevdadan.
Küçük bir çocuktu kocaman yüreğiyle seni seven,
Ama sen sığdıramadın kalbine,
Taşıyamadın doğru dürüst…
Pes edişin de ondandı belki.
Başka cümlelerin ardına sığınman,
Yalan yanlış sevdalara takılman…
Gözlerine baktığım zaman çoğaldığımı hissediyordum.
Öyle anlamlıydı ki, hayatın tüm gizemi senin gözlerindeydi sanki,
Her şey o “toprak kahvenin” içinde saklıydı.
Ama sen aniden kapattın o gözleri,
Aldın toprağımı benden…
Tüm sırlar da toprağın siyah dehlizlerinde kapalı kaldı…
İşte ondan sonra başladı her şey…
Kalp ağrılarım, baş ağrılarım, gece yarısı sebepsiz haykırışlarım…
Bana bıraktığın ve içimde kalan o topraktı,
Vatanım dediğim belki de tüm bunlara sebep olan…
“Kötü bir oyun seyrediyorsun, geçecek” diyordum kendime,
“Bak geçince hiçbir şey kalmayacak
Arda kalanlar eksi sonsuzluğa uğurlanacak” diyordum.
Ama olmadı…
Geçmedi…
Her şey artarak çoğaldı…
Pişmanlıklar sardı çevremi,
“Keşkeler” birikti içimde,
“Acabalar” dolaşıp durdu beynimde…
Hepsi benden bağımsızdı.
Hiçbir organıma söz geçiremedim.
Hep sen çoğalıyordun, hep sen büyüyordun içimde…
Sana dönüşmeye başladığımı anlayınca da bir direniş başlattım kendime.
Artık hiç konuşmuyorum kalbimle…
Kendi haline bıraktım onu.
Ne derse desin, ne isterse istesin hiç aldırmıyorum.
Tıpkı derin dondurucudan çıkmış gibi bir kalbim var artık benim.
Buz gibi…
İçindeki her şey dondu…
Sevgiler, sıcak gülümseyişler, arzular, istekler…
Belki bir gün üzerindeki buzlardan sıyrılıp
Artık ben de varım diyerek yeniden ortaya çıkar ve bana döner; kim bilir.
Ama o güne kadar buz gibi bir “mavinin” arkasından bakacağım dünyaya…
Senin bana verdiğin o “acı kahveyi” içeceğim.
Kolay değil çünkü kalbimde kuruyup çatlayan susuz toprağa
Yağmur yağdırmak yeniden…
O yüzden zamana bırakıyorum her şeyi.
Bakmadığın bir çiçek nasıl soluyorsa
O “toprak kahvesi de” bir gün elbet solacak.
İşte o gün yağacak nisan yağmuru…
Hayatımda ilk kez sana açtığım kalbimde
Bundan böyle sadece bahara açacak, sadece bahara…

Doğum günün kutlu olsun…
Mutlu yıllara…

Alper COŞKUNÇAY

18 Kasım 2007

42 - “Çocuk... Gül... Atatürk...”

“Çocuk!” Atatürk’ün çevresindekilere hitap etme şekli... Benim de Atatürk’e ve tarihe aşık ve “saygılı” çok yakın bir arkadaşımın bana hitap etme şekli... Konuşurken de, davranışlarımızda da Atatürk’ü hiç unutmamamızı sağlayan, onu hatırlatan...

Şimdi Türkiye İş Bankası reklamında duyuyoruz bunu.. Ben reklamda Atatürk’ün kullanılması doğru mu yanlış mı onu tartışmak yerine, reklamdaki konuşmalardan “kimin” “neler” çıkarması gerektiğini değerlendirmek istiyorum.. Çok farklı bir yorum getiren başka bir arkadaşım ve annem sayesinde..

“AAA”... “N’oldu çocuk?”...”Senin eline diken batar mı?”...”Batmaz mı?”...” Senin elin kanar mı?”...”Kanamaz mı?”...”Ama sen Atatürk değil misin?”...”Öyleyim çocuk”...”Amaa...”

“Sen şimdi bırak benim kim olduğumu”...”Bu gülü yetiştireceksen canın yanacak, elin kanayacak, güneş seni terletecek, bu bahçede gül bitmez diyenler olacak, “gül öyle yetiştirilmez böyle yetiştirilir” diyenler olacak, sen kendine şunu soracaksın, “ben burayı gül bahçesi yapmak istiyor muyum..? Ben burada dünyanın en güzel güllerini yetiştirmek istiyor muyum?”... Eğer çok istiyorsan, ne eline batan diken, ne de söylenenler umrunda olmayacak.. Kim olursan ol, tek isteğin... ... şu kokuyu duymak olacak.. Anladın mı?”... “Anladım”... “Aferin sana... Hadi bakalım, devam...”

Sayın Gül.. Sayın Erdoğan.. Bu kadar yüksek oy aldınız.. Sizin elinize diken batmaz mı? Sizin eliniz kanamaz mı? Herşeye rağmen tabiki kanar...

Ama sen bırak benim kim olduğumu, bu kadar oy almış olmamı da, geçmişimdeki Milli Görüş kimliğimi de boşver..

Bu ülkede iyi işler yapmak istiyorsanız canınız yanacak, eliniz kanayacak, çevrenizdekiler sizi terletecek, bu ülkeden hiç bir şey olmaz diye bu ülkeyi küçümseyenler olacak, ülke öyle yönetilmez böyle yönetilir diyenler olacak, sen kendine şunu soracaksın, ben bu ülkeyi “gül bahçesi” yapmak istiyor muyum, ben burayı dünyanın en büyük ülkelerinden biri yapmak istiyor muyum?.. Eğer çok istiyorsan, hiçbir şey umrunda olmayacak.. Kim olursan ol, hangi görüşe sahip olursan ol, tek istediğin, bu ülkenin başarısının sonuçlarını görmek olacak... Anladınız mı sayın Gül, sayın Erdoğan? Hadi bakalım... Durmak yok, yola devam..

Böyle yorumlanabilir ve dinlenebilir bence.. Bir de.. Çocuğunuzu yetiştirmek için de aynı konuşma yorumlanabilir..

Anne, baba, senin eline diken batar mı, senin elin kanar mı? Sen çocuğunun gözünde dokunulmaz ve en güçlüsün, sana bir şey olamaz...

Bu çocuğu yetiştirmek istiyorsan canın çok yanacak, elin kanayacak, hepsini de bu çocuk yapacak.. Çevrendekiler seni eleştirecek, “bu çocuktan çok şey bekleme” diyenler olacak, “çocuk öyle yetiştirilmez böyle yetiştirilir” diyenler olacak.. Sen kendine şunu soracaksın.. “Ben bu çocuğu bu dünyaya verdiğim en büyük eserim olarak, gurur duyacağım birini yetiştirmek istiyor muyum?” Eğer çok istiyorsan, ne onun seni kırması, ne çevrendekilerin eleştirileri umrunda olmayacak.. Kim olursan ol, tek isteğin, çocuğunun büyüyüp seni gururlandırmasını görmek olacak... Anladınız mı?

Bir de kendime dinliyorum, yorumluyorum.. Kim olduğum hiç önemli değil, geçmişim, sahip olduklarım.. Biliyorum ki yapmak istediğim her şeyi çok zor başaracağım.. Bir sürü zorluk yaşayacağım, yaşıyorum.. Yaptığım onca şey için “boş işler bunlar, ne işine yarıyor” diyenler de var, yapmak istediğim onca şey için umudumu kıranlar da, Tekirdağ için sarf ettiğim çabaların boşa olduğunu düşünenler de.. Ama bunların hiçbiri umrumda değil... Ne yaşadığım sıkıntılar, ne geçilen süreçler, ne de eleştiriler umudumu kırmayacak.. Tek isteğim, başarıların meyvelerini görmek, burayı bir gül bahçesi yapmak..

NUR ERDEM ÖZEREN
18.11.2007

4 Kasım 2007

40 - Süleyman DEMİREL’e Çağrı...

17 – 18 Kasım’da Demokrat Parti Kongresi yapılacak.. Bir sürü aday adayı.. Bir iki aday.. Aday adaylarında bile heyecan sıfır..

Kamuoyunda da sıfır gündem, sıfır tepki.. “Doğru Yol Partisi”nin adının “Demokrat Parti” olarak değişmesi kimseye hiç bir şey ifade etmedi.. Heyecanını, daha doğarken seçimde öldürdüler.. Zaten “Yeni Demokrat Parti” hiç gerçek “Demokrat Partili”lerden oluşmamıştı ki..

Merkez sağda bir “arayış” olduğu, AKP’nin “alternatifsizlik”ten bu kadar oy aldığı, uzun süredir konuşulur.. E hadi merkez sağ, daha ne kadar arayacaksın? Gerçek “Demokrat Partili”ler ne zaman sahip çıkacak “merkez sağ”a? AKP “taban”da ve “tavan”da çoktan oturdu bu koltuğa.. Kim değiştirecek? Nasıl değişecek?

Benim bir formülüm var! Süleyman DEMİREL! Aman hemen tepki göstermeyin.. Bence artık hiç bir “merkez sağ” görüşlü insan 9.Cumhurbaşkanımızın gelip bu partinin başına geçmesini istemiyor ve beklemiyor.. Zaten zekası tartışılmaz DEMİREL de attan inip eşeğe binmez..

Ama geç kalınmış bir hareket yapabilir.. Onun siyasete geri dönmesini istemeyen “merkez sağcı”lar, onun göstereceği, “işaret edeceği” bir “lider”in arkasından gidecektir.. Ya Demirel bu durumdan şikayetçi değil, ya da öyle bir “lider” yok ortada.. Ya da bizim düşünemediğimiz başka bir sebep var..

Bu kadar mı kısır Türkiye “lider” bulma konusunda? Açıkçası benim gönlümden geçen, ve “lider”liğini bence çoktan kanıtlamış olan, “merkez sağ” görüşe uygun, ve tabanının büyük kısmının desteğini aldığını “konumu itibariyle” çoktan kanıtlamış biri.. Rıfat HİSARCIKLIOĞLU..

Süleyman DEMİREL’in de işareti ve desteği ile, “merkez sağ” aradığı “lider”i bulmuş olacaktır diye düşünüyorum.. Ama bunun zamanı bugün mü? Sanmıyorum..

AKP iktidarı, bir dönem, bir süreç, ve bu eninde sonunda bitecek.. Ama mevcut “gücü”nün karşısındaki “çırpınışlar” hüsranla sonuçlanacaktır.. Doğru zamanlama ile, AKP’nin gücünün azalmaya başlayacağı ve parçalanma sürecine gireceği dönemde çıkmalı ki “alternatif” oluşum, işe yarasın ve toplumda karşılık bulsun..

Burada sıkıntı, “o güne kadar kim öle kim kala” durumu.. DEMİREL’in inancı, “bu toplum ihtiyacı olunca “lider”ini içinden çıkaracaktır” şeklinde.. “Tabandan tavana” mı gelecek, yoksa “tavan”daki bir takım hareketler “taban”da karşılık bulunca mı güçlenecek? Bence ikincisi..

Türk toplumu artık “önüne konan alternatiflerden” seçmeye alıştı.. Kendi içinden çıkaracak olsa çoktan çıkarırdı.. Çünkü AKP’ye oy verenlerin büyük çoğunluğu, “alternatifsizlik”ten ve “mevcutların arasında en iyisi” olduğunu düşünerek oy verdi.. Çünkü başka bir “alternatif” yoktu daha iyisini “vaad eden”.. Ve böyle bir durumda bile kendi “alternatifini” çıkarmayan, “alternatif üretme yorgunu” Türk toplumu, önüne bir alternatif “sunulmasını” bekliyor..

Ama bu “alternatif” öyle logo değişimiyle, “otel salonu”nda yapılan birleşme toplantısıyla, “liste savaşları” sırasında sıralamaların “satıldığı” spekülasyonları olmasına neden olan mantalitedeki “siyasetçi görünümlü” insanlarla, “lider” olamadığını milletvekili listesini hazırlarken gösteren, kişisel egoları yüzünden bu alternatifi yok eden insanlarla olmaz..

Ülke çapında, küçük şehirlerde “doğru insanlarla” örgütlenmeyle, “umut veren” isimlerle, hem siyasette kirlenmemiş ve hiç bulaşmamış olan, hem de yıllardır siyasetin içinde olan insanların kombinasyonunuyla yola çıkarak, “kamuoyu yaratarak”, iyi bir “halkla ilişkiler kampanyası” ile, daha kuruluş aşamasında sanki seçime hazırlanırmışçasına bir gayret, hırs ve çalışkanlıkla, “eski”lerin desteği ve “danışmanlığı”nın, yenilerin hırs ve heyecanının birleştiği bir oluşum olmalı bu “alternatif”.. İşte anca o zaman “alternatif” olur..

Sayın DEMİREL, startı kim verecek?

NUR ERDEM ÖZEREN
04.11.2007

2 Kasım 2007

39 - Kuzey Irak

Kuzey Irak karmakarışık... Terörist yuvası... Ucu Türkiye’ye dokunuyor... Neden? Kimler yüzünden? Önceden “ne” vardı da bu kadar “sıkıntı” yoktu?

Biz yıllardır operasyonlar çerçevesinde “gerektiğinde” bunun kararını verip, elimizi kolumuzu sallaya sallaya girmiyor muyduk Kuzey Irak’a? “Binlerce” askerle “operasyon” yapmıyor muyduk? Tezkere mi gerekiyordu, A.B.D.’nin izni mi? Ya da Irak yönetiminden kimse “ne işiniz var burada?!!” mı diyordu?

Bir zamanlar “örgüt lideri” sıfatıyla sadece “komutan”larımızla görüş – ebil – en Mesut Barzani ve Celal Talabani, şimdi “resmi” sıfatlarla bize “kafa tutmaya” kalkıyorlar..

Ne oldu da bu kadar “değişti” herşey? Saddam idam edilirken alkış tutanlar şimdi ne düşünüyorlar acaba merak ediyorum? Saddam’ın “diktatör” rejimi meğer ne çok işimize yarıyormuş..

“Müttefik”imiz A.B.D., bizim komutanlarımızın görüştüğü örgüt liderlerinden birini Irak’a “Cumhurbaşkanı” olarak “atayarak”, daha o aşamada, bizi kimlerle muhatap edeceğini göstererek, tezkerenin karşılığını vermeye başladı..

Ve şimdi Türkiye, Kuzey Irak’a girerek aslında resmen A.B.D.’nin topraklarına girmiş oluyor.. Çok açık bir şekilde A.B.D. yönetiminde olan ve kararların A.B.D. tarafından alındığı bir komşu ülkemiz var artık.. Çünkü aylarca Birleşmiş Milletler’den onay almak için uğraşan A.B.D., şimdi ülkenin sahibi gibi davranıyor..

Peki bu ne zaman ve nasıl düzelecek? “Kim” gelecek ki Irak’ın başına da, biz bu siyasi, askeri ve diplomatik sorunları yaşamayacağız.. Sonsuza kadar A.B.D. mi yönetecek Irak’ı? O zaman biz her Kuzey Irak sınırına gelişimizde askerimize “sen dur bir bekle, ben meclisten tezkere çıkarıp sana haber vereceğim” mi diyeceğiz?

A.B.D. askerleri mi kontrol altında tutacak Kuzey Irak’ı? Yıllardır Irak’ın içindeki askeri sorunu bile çözemeyen A.B.D., bizim 25 yıldır uğraştığımız sorunu mu çözebilecek bir anda?

Zaten silah ve mühimmat satarak ekonomik rant sağlayan da A.B.D.’nin “ordusuna da” silah satan büyük şirketler değil mi? Bitirmek için asıl yapması gerekeni yapmayanlar, şimdi askeri erkle mi yapabilecekler bunu?

Yoksa Irak halkı öyle bir “demokratik” seçimle öyle güçlü bir “lider” seçecek de o mu kontrol altına alabilecek Kuzey Irak’taki sorunları? Ve bu kişi, “demokratik” davranan, “diktatör olmayan”, aynı zamanda da “güçlü” biri olacak..

Kuzey Irak’taki “askeri” sorunun Türkiye’ye en az zarar vermesinin formülü, PKK’nın Kuzey Irak’tan beslenmesinin ve kamplaşmasının engellenmesinden geçiyor.. Siyasi sorun çok ayrı ve çok daha derin bir konu... Ama “şu anda” asıl problem PKK ise, bunu durdurmanın tek bir yolu var.. “Savaş” ilanı..

Adı “tezkere” mi olur, “seferberlik” mi olur, “savaş” mı olur bilmiyorum.. Ama asıl “yetki” “asker”e verilmeli.. Hem de “sınırsız yetki”.. Kimi, ne zaman, nerede öldürmesi gerektiği kararını, “sınır tanımadan”, orayı “yaşayan” asker vermeli...

Ama asıl sıkıntı, 6 yıl önce “terör”e savaş açtığını “iddia eden” A.B.D.’nin, PKK’yı “nedense” bir türlü terörist olarak görememesi.. Ne A.B.D.’yi, ne Barzani’yi, ne de Talabani’yi dinlemeden, derdimizin “onlarla” değil “PKK ile” olduğunu göstererek ve anlatarak, zaten dağlık olan ve kimsenin yaşamadığı bir bölge olan Kuzey Irak’ın kuzeyden ilk 30 km.sine, sınırsız yetki ile operasyon yapma yetkisi verilmeli “asker”e..

Şu anda bu yolda ilerlendiğini düşünüyorum ve umuyorum.. “Taraflara” “asıl derdimizin” onlar olmadığını ve “amacımızın” Kuzey Irak’ta yaşayanlara değil “PKK”ya dokunmak olduğunu anlatma aşamasındayız.. Umarım sonraki aşamada da gerekli yetki ve destek “asker”e verilir ve bu işin “kök”ünü kazıma şansımız olur..

NUR ERDEM ÖZEREN
02.11.2007