23 Kasım 2008

76 - Issız Ada'm... 3

Tadını kaçırmak istemedim iki kişi arasındaki aşkın anlatımının… Anne ile oğul ve müstakbel gelin arasındaki ilişkiyi ayrıca yazmayı daha uygun görüyorum…

Düşünüyorum da bir yandan… Bir filmden bu kadar çok malzeme… Bu kadar çok yazı… Sesli düşünüyorum… Helal olsun Çağan IRMAK’a tekrar…

Kaç saatimi harcadım bu yazılar için belli değil… İçime sinemedi bir türlü… Tekrar tekrar baktım… Silip silip yazdım… Bir aradaydı, uzadıkça uzadı, ayırdıkça ayırdım…

Bu kadar mı çok şey anlatıp, bu kadar mı etkiler bir film? Ne çok şey varmış dökülmeyi bekleyen…

Tarsus’tan kalkıp gelen… Geleneksel aileden, kasaba insanı… Aile aynı aile… Çocuk ise kopmuş oradan, uzaklaşmış, bir değil, birkaç nesil ileri gitmiş… Ailenin gurur kaynağı…

Köylü, kasabalı, saf, temiz, doğal, iyilik meleği anne… Çocuğun yeni ve birkaç nesil ilerideki yaşamına adapte olamayan… Eve girerken çıkardığı ayakkabıları ile…

Annenin her hareketinden utanan çocuk… Bir türlü ona dayanamayan… Aldığı kıyafetlere, köylü, kasabalı hallerine…

Hatta geçmişini tamamen reddeden… Sabah kahvaltı ederken çalan telefonu açmak istemeyen… Ama akşam, “kafası güzel” olunca anneyle masum masum konuşan…

O konuşma sırasında Hümeyra’nın şarkısı fonda… “Sana bu karanlık, bu gürültü içinde, ellerimi uzatıyorum… Sen bu karanlık, bu gürültü içinde, görmüyorsun…”

Kaç kişi tanıyorum, içmeden duygularını ifade edemeyen… Ailesinin gelenekselliğinden utanan… Üzülüyorum…

Annesinin ona uzattığı eli tutmayan… Tutamayan… Hayatın içinde karanlıkta olan…

Annesinin kıymetini bilemeyen… Onu istemeden kıran… Restoranda kendini tutamayıp herkesin içinde annesine bağıran… Hatta bu sinirle Ada’sını da kıran Adam… Sonra pişman olan…

Yine anneyle konuşamayan… “Zor be anne… Çok zor…” İçinde patlayanları, kopan fırtınaları dışarı vuramayan… Konuşabilmek için içmeye giden sonra…

Önce hata yapıp, sonra içip kapıya elinde o saatte bulunabilecek yegâne kır çiçeklerini alıp dayanma durumu… “İçtik mi…?”

İlişki sırasında, anneye karşı, sevdiklerine karşı önce fevri davranışlarla kırıp, sonra içip içip affettirme çabaları… Her şeyin değerini sonradan anlama… Yapılan hatayı yapmadan fark edememe… Sonra çeşitli yöntemlerle özür dilemeye çalışma…

Ada’nın evden çıkınca düşüşüyle bir anda pişman olma… Eve geri çağırma…

Anne ayrı, Ada ayrı onun iyiliği için her şeyi yapmaya hazır…

Anne onu rahatsız etmesin diye fedakârlıktan asla kaçmayan… Koltukta bile uyuyacakken, “Geniş geniş, aydınlık aydınlık daha güzel be olm” diyen anne…

Adam’ın oraya ait hissetmediği için gitmediği düğün salonunda, sırf onun hatırı için eğleniyor“muş gibi” yapan kız… Onun annesini sen idare ediyorsun… Onun için…

Ve aslında asıl iki önemli detay… Anne’nin Ada ve Alper’le yaptığı kısa ama öz konuşma…

“Bu hay huyda insan yalnız olduğunu bilmez anlamaz… Ona sahip çık kızım… Onu yalnız bırakma bu şehirde…” Issız kalmasın…

Annenin sözünü dinle Alper… “Ada sana Allah’ın verdiği en büyük nimet…” Anlamadı Alper… Dinlemedi anneyi… Anneler anlarmış… Anlatıyor Çağan IRMAK… Anlayana…

“Yemek yapmanın en güzel tarafı, onu birine yedirmek ve yüzündeki ifadeyi izlemek…” Yazı yazmanın en güzel yanı da, birilerine okutmak ve yorumlarını okumak...

NUR ERDEM ÖZEREN
23.11.2008

75 - Issız Ada’m… 2

Issız Ada’m… Issız olan, hem Adam, hem de o “Adam”ın “Ada”sı… Aidiyet içeren “Ada’m”… Alper’in Ada’sı…

20’li 30’lu yaşlardaki kadın ile erkeğin 2000’li yıllardaki ilişki biçimi… O kadının erkeğin annesi ile olan ilişkisi… Ve o küçük şehrin gelenekselliğinden çıkıp gelip modernleşen adamın annesiyle ilişkisi… İlişkileri muhteşem anlatmış…

Aslında bununla birlikte, filmde kendinden bir şeyler bulan Türk gençliği de, ailesine de çevresine de haykırıyor artık sekssiz ilişki yaşamadığını… Anlamadan… Fark etmeden…

Alper… Bir sürü erkeğin yaşadığı, günümüzün yozlaşmış ilişkilerinde… İstediğin an bir telefonla, parayla ya da parasız, yalandan, geçici, hayvansal ihtiyaçları karşılamak için yaşadığı “aşksız” sevişmeleri… Hiçbir çabaya gerek yok… Duygu yok… Çok tanıdık…

Sonra “aşk”ı buluyor, “sevgi”yi buluyor… Hayatında ilk defa “aşk”la sevişiyor… “Aslında” ne demek olduğunu, ne hissettirebileceğini fark ediyor… Sonunda da tarif ediyor… “Çok güzeldi… Ama şimdi de çok güzel…”

Aşk böyle bir şey işte… Bence geçici olan… Önce iki göğsünle göbek deliğin arasındaki üçgende kelebekler uçuşturan… Aklını başından alan… Hiç yapmayacağın şeyleri yaptıran…

O kelebekler neler yaptırır insana… Normalde geceleri yaşayıp gündüzleri uyuyan adam, kendi elleriyle kek yapıyor sabahın köründe… Büyük bir hevesle… Heyecanla…

Onu düşünmekten aklını işe veremeyip parmağını kesiyor… Benzerini yaşamayan var mı?

Örnekler, hayattan… Hepimizin yaşadıklarından… Ada’nın Alper’in yemek teklifini kabul edip sokağa çıkınca en yakın arkadaşını arama isteği… Umurunda değilmiş gibi davranırken, ne giyeceğine karar veremeyişi…

Oynarsın… Umurunda değilmiş gibi yaparsın… Ama elin ayağın birbirine dolaşır… Ne yapacağını bilemezsin…

İlk kez plak dinlerken, Alper’in müziği anlatışını hayran bakışlarla, erimiş bir yüz ifadesiyle dinleyişi…

Kendin de fark edemezsin durumu hemen… Onu izlerken, dinlerken nasıl kendinden geçtiğini anladığın anda, patladığının resmidir…

İlk öpüştüklerindeki Ada’nın tepkisi… Kendi bile inanmadan söylenen “Gitmek istiyorum”lar… Karşılıklı “lütfen”leşmeler…

Kendinle mücadele başlar… Mantık gitmek ister… Aşk durdurur… Aşka söz geçiremezsin…

Müzik sesinin çıkışı inişi… Ada’nın yüz ifadesi… Dilinin damağının bir anda kuruması… O anki iniş – çıkışı en güzel anlatma yöntemi…

O ilk sahne sonrasında, yanımdaki arkadaşımın yorumu ile şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemiyorum… “Yazık kıza…”

“Kime yazık?” diye geçirirken içimden… Diğer yanımdaki arkadaşımın yorumu patlıyor… “Her erkek en az bir kere yaşamıştır bunu…”

Ertesi sabah arkadaşla edilen kahvaltı… Aramaya karşı açmama tripleri… “Âşık mı oldun?” sorusuna anında savunma mekanizması ile cevap…

Kendine inanamazsın… Mücadeleye devam edersin… İtiraf etmek acı ve zor gelir…

Evin önünde arabadaki “sadece uyuruz” konuşması… Büyük yalan… Çok tanıdık…

Artık olmuşsundur… İçin içine sığmaz… Paylaşmak istersin dostlarınla… Kendine bile itiraf edemediğin “sen âşık olmuşsun” yüzüne vurlur…

Zaman geçer… Bir şeyleri tüketirsin… Bitmeden hemen önce o üçgenin tam ortasındaki noktada o kelebekler sıkışır… Vücudunu ateşler basar… Sonra o ömrü kısa kelebekler ölür…

Aşkla alışkanlığın kavgası başlar… Aşk alışkanlığa dönüşmemişse, aşk kaybeder… Alışkanlık, dünyanın en kuvvetli duygusu… Hani bazen denir ya… “Seninki sadece alışkanlık…” Olsun… Asıl öyle olsun ya zaten…

Biter… Beklemediğin anda… Ya da kendini göstere göstere…

Alper alışkanlığından vazgeçemedi… Günü yaşayan, geleceği düşünmeyen insan modeli…

“Ne böyle senle, ne de sensiz, yazık yaşanmıyor çaresiz… Ne bir arada, ne de ayrı, olmak imkansız hiç sebepsiz…” Gelgitler içinde yaşıyoruz işte… Hepimiz… Her ilişkide…

Ada da durumunu tarif etti Alper’e… Tokat gibi… “Karda donmak üzeresin, uyumak tatlı geliyor ama, sen; öldüğünün farkında değilsin…”

“Yalnızım ben… Çok yalnızım… Buymuş benim alın yazım… İster uzak, ister yakın… Anılar beni rahat bırakın…”

Yalnızlığı sen mi seçersin? Yoksa şartlar mı yalnız yapar seni? O kadar alışırsın ki yalnızlığa ve yalnız kalacağına olan inancına, bulsan bile doğru insanı, yalnızlığı seçersin…

Anılar rahat bırakmadı… Bırakmaz zaten… Yüreğinden ve beyninden atamazsın…

“Ağır aksak siler hayat, yüzümdeki, tenimdeki izlerini… En zor da aklı evvel yüreğime anlatırım, canımdan saydığımın, içimi eze eze el olup sessiz gidişini…”

Hep yarım kalan, aslında bilerek ve isteyerek yarım bırakılan bir şeyler olur… Havuçlu tarçınlı kek gibi…

Erkek zaten bitiremiyor… Pişman oluyor… Anlık kararlar, anlık fevri davranışlar… Hatasını anladığında çok geç oluyor… “Sevilirken bilmedin mi?” diyor ya şarkı da… Karda uyumak tatlı gelmiyor artık, öldüğünü anladığında…

Onsuz yaşamaya devam ediyor aşkını… “zaman zaman gidiyorum o sokağa…” Her zaman oradasın… Her gün… Yalan söyleme…

Ama kadın… Kadın bitirirse, bitiriyor… Kaçıyor… Telefonları değiştiriyor… Bambaşka hayat kuruyor kendine… Uzaklaşıyor ona dair her şeyden… Ayrılık sonrası ilk karşılaşmadaki bir detayla resmedilen… Uzun saçlar kısalıvermiş…

Bir yandan da anıların üzerine üzerine gidiyor… Kendi içinde yaşamak için… Anne ziyaret ediliyor… Resimlere bakılıyor…

Yıllar sonra karşılaşılıyor… Bundan kaçış olmuyor bu küçük dünyada… O zamana kadar kaçılıyor… Yalandan kaçışlar… Birbirinden…

O gün gelene kadar… “Kokuna benzer kokular, sesine bezer sesler” duyuyorsun… “Başka bir yaşamda, başka bir mutluluk” yaşamaya çalışıyorsun… Olmuyor…

“Başkalarının çocuklarını, bedenlerini ödünç alacaksın, geri vermek üzere…” Ödünç yaşamlarla yaşıyorsun… Buna yaşamak denirse…

Aklın kalıyor onda… “Yeni”ye ihanet ederek yaşıyorsun… “Gözlerimi kapattığımda kollarımda başka biri değil, sen varsın, ve sen bunu bilmiyorsun…”

Kimse bilmiyor… O sarıldığın da… Hayal ettiğin de… Ne gerek var buna? Hiç ayrılma… Ona sarıl… Yıllar sonra karşılaşınca bunu yaşama…

“Bir an gelip de küllenince, yüreklerimiz dinlenince, başka sevgilerde teselli bulunca… Etrafımızı sarıverecek, bir boşluk ki asla bitmeyecek, her şey bir anda anlamsız gelecek…”

Herkes bu filmi bekliyormuş… Eski sevgililerini anmak… Pişmanlığını haykırmak… Geçmişe olan özlemini dile getirmek için…

Artık sevginin kıymetini bilecek mi insanlar? Sahip çıkacak mıyız artık bundan sonraki bulduğumuz aşka?

Sevilirken bilecek miyiz artık? Kıymetini bilip tadını çıkaracak mıyız? Kaybetmemek için çaba sarf edecek miyiz?

Yoksa ona sarılırken aklımızda geçmişteki aşkımız mı olacak? Bitmemiş… Bitememiş… Belki de hiç bitemeyecek…

“Sen oradaydın, ve bir gün benimle tanışacağını bilmiyordun…” Yoksa henüz tanışmadığımız kişiyi bekleyip, onu bulunca ona sahip mi çıkacağız?

Ya da bu filmle mi anladınız aslında bitmediğini sandığınız, biteceğine inanmadığınız insanların aslında bittiğini? Filmden çıkınca koşa koşa gidip onu bulup sarılmak değil de, “başka”sı mı geçti aklınızdan?

Aşk öylece hazırolda durup ne seni ne beni beklemez ki… Bekletmemek lazım… Ertelememek lazım… Gurur yapmamak lazım… Yıllar sonra tokat gibi çarpılmamak için…

NUR ERDEM ÖZEREN
23.11.2008

22 Kasım 2008

74 - Issız Ada’m… 1

Karda donmak üzeresin, uyumak tatlı geliyor ama, sen, öldüğünün farkında değilsin…

Çağan IRMAK, yine harika bir iş daha çıkardı… İçeriğini mi yazsam diyorum… Bana yaşattığı duyguları mı… Düşündürdüklerini mi…

Filmi ayrı değerlendirmek gerek… Sinema filmi yorumunu ayrı yapmak gerek… Anladım… Filmin içindeki detaylara dikkat çekerek… Duyguları, düşünceleri ayrı anlatmak…

Her karesini ayrı takdir ediyorum filmin… Çağan IRMAK çok iyi tanıyor Türk insanını… Neye gülüp neye ağlayacağını… Neye güldürüp neye ağlatacağını…

İzleyicisini içine çekip alacağını, herkesin kendinden bir şeyler bulacağını biliyor, kendinden emin, o nedenledir ki filmin sonunda diyor ki, “İzleyicisine adanmıştır…”

Nasıl “word of mouth” yaratacağını çok iyi biliyor… En iyi tanıtımın kulaktan kulağa olduğunu biliyor, bunun araçlarını kullandırtıyor “hedef kitle”sine…

Kim izliyor bu filmi? 18 – 35 yaş arası, aşk acısı çeken herkes… Bu insanlar ne kullanıyor şu anda iletişim için? Facebook ve msn… Yoğun olarak… Birinde statü yazıyorsun, birinde ileti… Oraya yazdıracak bir şeyler varsa, tanıtımın hası…

İşte başlangıç sözüm bu işe yaradı… Herkes yazdı iletisine, statüsüne… Yazmaya devam ediyor gittikçe filme…

Müzikleri kullandı yine… Plak satışlarını patlattı… Geçmişe götürdü… İkinci posta parayı da film müzikleri albümünden kazanacak…

Filmde anlatılan her şeyle örtüşüyor şarkılar… Film bir şeyler anlatıyor, ayrı, ama bir de şarkıları anlatıyor… Sözlerinde kayboluyor filme dalıp gidenler…

Şarkıları dinledikçe herkes, her yerde çalındıkça, hele bir de normalde çalınmayan şeyler olduğundan, film konuşuluyor…

Bu işin tanıtım kısmının profesyonelliği… Filmin içi ise muhteşem detaylarla dolu… Herkesin kendinden bir şeyler bulacağı detaylar…

Aşka dair… Anne ile ilişkiye dair… Bunların altını çizmek gerek… Ne kadar iyi gözlem ve tespitler yaptığını Çağan IRMAK’ın… Oyuncuların ne kadar iyi yansıttığını bunları…

Herkes muhteşem rol yapıyor… Rol değil… Yaşıyor… Yaşattırıyor… Her beğendiğim görsel yapımdaki yorumum…

Yemek yerken konuşan gıcık Kerem bey… Kendince süper tespitler yapan… Etrafındaki dolu insanların da gülüştüğü… Her yerde var o modelden…

T-shirt satan, adamın tarzını bilmediği için yardım edemeyen “60’lar 80’ler Retro” çalışan dükkânın satışçısı… Dünya umrunda değil…

Mutfakta çalışanlar… Onlara dair detaylar… Patrona olan saygıları, aynı zamanda samimiyetleri… Şenol’un Alper “Bey” – Alper “Abi” ikilemi, kızların kendi aralarındaki dedikoduları, Alper – Ada kahvaltı hazırlarken arkada elleri köpüklü hayretle onları izleyen çalışan… “Mutlu yıllar paatroon…” derkenki iniş çıkışları… Şaşkınlıkları…

Doğallıklarına ne demeli… Ada’nın kıyafetleri… Konuşması… “Yani” deyişi… Ayrılık öncesi son sahnede, dolma tenceresini çıkardıktan sonra bardağı çıkarıp tezgâha koyarken çıkan sese verdiği "ayyh" tepkisi… Yemeden önce saçları soldan sağdan atışı…

Evden çıkmadan önce, ayrılıktan önceki son tokat öncesi, aptal aptal ne yapacağını bilemez birkaç adım atıp kendi çevresinde dolaşması…

Ada’nın anneyi Tarsus’ta ziyaret ettiği sıradaki kıyafetinin, düğün için aldığı, ama Alper’in beğenmediği kıyafet oluşu…

Sona gelince, Gamze’nin hamileliği ve sonraki sahnede çocuğun kaç yaşında olduğunu kutup ayısı yaşı ile geçen zamanın anlatılması…

Diğer detayları, filmin içeriğine dair yapacağım yorumlarda kullanmak üzere sonraki yazıya aktarıyorum…

NUR ERDEM ÖZEREN
22.11.2008

16 Kasım 2008

73 - Ekonomik Kriz – 2

Birinci kriz yazımı yazdım… Sonra düşünmeye devam ettim… Daha o kadar çok şey vardı ki kafamda… Kriz analizi yapmaya devam etmek istedim… Sosyal açıdan…

Kriz diye diye, bağıra bağıra getirdik krizi demiştim… Şimdi herkes, parası olan olmayan krizi bahane etmeye devam ediyor…

Kimse çeklerini ödemiyor… Kriz var diye… Kimisi de gerçekten ödeyemiyor… Peki sonra ne oluyor?

Siciller zaten birçok insanda kirli… Herkeste bankalar nezdinde risk hat safhada… O yüzden kimse yeni kredi de alamıyor… Bankalar da vermiyor ya, ona ayrıca değineceğim…

Siciller kirlenmeye devam ediyor… Hızla… Temiz kalan birkaç kişinin de ödeyemediği kredi ve çekler, Merkez Bankası nezdinde sicilini kirletiyor…

Peki sonra ne olacak? Bu bankalar nereden para kazanacak? Herkes “kredi alamaz” durumda olup kirlenmişken, kime para “satacak” ve para kazanacaklar? Sadece devlete mi?

Bankaların karları geliyor aklıma burada… Son 5 – 6 yıldır, yeni düzenlemelerle küçük bankalar gitti… Büyükler kaldı… Hiç bakıyor musunuz karlarına? Akıllara zarar karlar açıklıyor bankalar son yıllarda… Katlanarak büyüyorlar…

Şimdi kriz var, hepimiz sıkıştık… Ortada para yok… Dönmüyor… Ama yine en karlı bankalar olacak, ellerindeki paralar daha değerli artık… Ve çok daha “pahalı”ya satıyorlar paralarını… Faizler uçtu uçuyor…

Sicili temiz kredi alabilecek durumda olanlar birbirleri için krediler alıyorlar… İnanılmaz yüksek faizlere…

Sevgili banka sahipleri, genel müdürleri… Sıkışan piyasa daha da sıkışırsa… Ülkemin ekonomisi batmaya devam ederse… Daha doğrusu insanların ve şirketlerin ekonomisi bozulursa…

Nereden para kazanacaksınız? Kimden? Herkes batarsa kime kredi vereceksiniz?

“Sosyal Sorumluluk” olarak tüm bankalar dese ki, “Ey halkım, hepinize 5 – 10 yıl vadeli, öyle kazık faiz oranları ile de değil, kredi veriyorum…”

Verirken kriterlerimi de değiştiriyorum… Senin çekin yazılmış diye vermemezlik etmiyorum… Senin aylık gelirinin üzerinde ödemen var diye de vermemezlik etmiyorum… Ben biliyorum ki, senin o gelirden başka gelirlerin var, kara listede olan yakınlarının gelirleri ile onlar adına aldığın kredileri ödüyorsun…

Acaba bilmiyorlar mı ki, riskli diye yeni kredi vermedikleri onlarca insan batarsa, kredilerin hepsi risklerin en büyüğü haline gelecek…

Hepsi batacak… Alabileceğiniz hiçbir şeyleri kalmayacak insanların… O zaman yeni vereceğiniz kredilerden çok daha fazla riskli olduğunuzu geç anlayacaksınız…

Emlak zengini bankalarımız olacak… Zaten krizi tetikleyen de bu değil mi Türkiye’de de… Ama Amerika’dan farklı bir şekilde…

Bizde ev sahipleri ve müteahhitler çok çakal ya, onlar tetikledi krizi… Maliyetinin 3 – 5 katına ev satarak… Nasıl olsa kredi ile alıyor diye de, bunu vermeye razı oldu yurdumun insanı…

Zaten bir kredi kartı, bir de uzun vadeli kredi taksidi… Bunları ödemediğini zanneden zihniyet ve kredileri fırsat bilen ev sahipleri…

Bir gün gelecek hepsi patlayacak… Emlak zengini bankalar olacak… O zaman bankalardan gerçek değerine alacağız evleri… Başkalarının ahının üzerinde olduğu evleri…

Zor yaşam şartlarının, esnafın yüksek maliyetlerinin, dönmeyen piyasanın temelini kiraların oluşturduğunu düşünüyorum… Esnafın 2 ay ödeyip bir daha ödeyemediği…

Utanmadan bu paraları isteyen, tek gelir kaynağı kira olan, çalışmadan, üretmeden geçimini sağlayan mal sahiplerinin buna dur demesini beklemiyorum… Ama toplum olarak bu kiralara kendimiz dur demek zorundayız… Zaten yakında mecburen diyeceğiz…

NUR ERDEM ÖZEREN
16.11.2008

77 - Ekonomik Kriz’den Nasıl Çıkılır?

Ekonomik krizden kimin ya da neyin çıkması gerekiyor? Bir; kendimizin… İki; ülkemizin…

Ülkemizi nasıl kurtaracağımızla ilgili yorumum, kendimizi kurtarmamızla ilgili… Krizden etkilenen insan sayısı, şirket sayısı azalırsa, ülke de krizi kolay atlatır diye düşünüyorum…

Bu da ne demek? Ülkeyi krizden hükümetin kurtarmasını beklemek yerine, kendi kriz planımızı yapmalı, ama bunu yaparken de geleceği, dolayısıyla ülkemizi düşünerek hareket etmeliyiz…

Babamın her zaman kullandığı, benim daha önce bir yazımda kullandığım bir cümle var… Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın derken, o yılan bin yıl yaşayınca dokunmadık kimse bırakmaz unuturuz…

Kendi krizimizi çözmeye çalışırken; formülü işten çıkarma gibi, giderleri farklı yöntemlerle kısmak gibi, başkalarının ekonomisini bozarak kurtarma politikaları izlersek, bu kısa vadeli bir çözüm olur ve ülke ekonomisini değil kurtarmak, daha kötüye gidişatına neden olur…

Krizden kurtulma yöntemi, masrafları kısmak değil, kenetlenmek ve birlik olmak olmalı… Mesela, yüzde 20 işten çıkarma yapmak yerine tüm çalışanlara yüzde 20 maaş indirimi teklif etseniz, işsiz sayısını arttırmadan tasarruf etmiş olursunuz…

Bir diğer yöntem şöyle bir net örnekle anlatılabilir sanırım… Kim etkilenmeyecek bu krizden? Kim batmayacak?
Yadırgamak için söylemiyorum… Takdir ediyorum aksine… Model alıyorum… Yahudiler… Museviler… Cemaatler… Etnik kökenli gruplar…

Hiç batan Musevi olacak mı sizce? Hayır… Sallanana destek olarak ayakta tutacaklar…

Peki Gülen Cemaati üyelerinden batan olacak mı? Hayır… Bu nedenle dünyanın en büyük sivil toplum örgütü…

Örneğin bu konuda örnek gösterilecek şekilde birbirini tutan gruplardan biri de Kürt kökenli vatandaşlarımızdır… Birbirlerinden alışveriş yaparlar, birbirlerine destek olurlar… İnisiyatif kullanacakları zaman “kendilerinden” olanı tercih ederler…

Mesela biz Trakyalılar ise, tam tersi… Biri yeni bir iş açar… Önce herkes ondan alışveriş yapar… Biraz işi büyüdüğünde de “bu fazla palazlandı, artık o kazanmasın başkasına gidelim” diye desteğini çekip köstek oluruz…

Her zaman söylerim… “Network is everything”… Birbirine tutunan, kenetlenen güçlenir… Bunu bir atasözü ile söylesem aynı etkiyi yaratır mı bilmiyorum… “Birlikten kuvvet doğar”…

Mesela ben bu modeli Tekirdağ Anadolu Lisesi Mezunları için yapmak istedim… Kısmet…

Birbirinden alışveriş yapan, iş yapacağı zaman birbirini tercih eden, işe alım yapacağı zaman onlar arasından seçen, birbirine daha ucuz iş yapan, birbirini kazıklamayan, bu nedenle birbirine güvenen bir 3.000 kişi düşünün…

Bu alışverişler sırasında da fon biriktiren… Bu fonla da ihtiyacı olana ihtiyacı olduğunda yardım eden…

İşte krizden çıkış formülü bu ve bunun gibi küçük gruplara mensup olmak, bu gruptakilerin birbirini finanse edip ayakta tutması, yoksa bile böyle gruplar oluşturmak bence…

Bunun geniş çapta yapılışına biz millet diyoruz aslında… Demeye çalışıyoruz… Ama artık o kadar geniş ki o “millet” denen topluluklar, yıllar geçtikçe o kadar arttı ki insan sayısı ve değerler o kadar ayırdı ki insanları, insanlar farklı gruplara bölünmek zorunda kaldılar…

Zamana ayak uydurmak durumunda olduğumuza göre, ya bir gruba dahil olmalı, ya bir grup olmalı, ya da birbirimize destek olmayı öğrenmeliyiz…

NUR ERDEM ÖZEREN
16.11.2008

15 Kasım 2008

72 - İzindeyiz ATA'm...

İzindeyiz Ata’m… Afişlerde… Yazılarda… Laflarda…

Seni saygıyla anıyoruz Ata’m… O da afişlerde… Yazılarda… Laflarda…

Nasıl mı anıyoruz? Hiç sorma! Onlarca bayramımız var, hepsinde tatil var, programlar yapılıyor…

10 Kasım’larda sana saygı duruşu yapılıyor… 1 dakika. Sadece 1. dakika. Onu bile herkes yapmıyor…

Çok yoğun yaşıyoruz Ata’m… kusurumuza bakma… İş – güç telaşı… Kimimiz şirkette toplantıda oluyor… Kimimiz yorgunluktan uykuda…

Ben yoldaydım… Vatan Caddesi’nde… Sirenler farklı zamanlarda çaldı radyoda ve dışarıda… Bir dakikadan fazla sürdü… İyi de oldu…

Radyoda sirenler çalmaya başladı… Baktım yolda kimsede tık yok… Yol ortasında dururum diye hayal ediyordum 15 dakika öncesine kadar… Herkes yoluna devam ediyordu… Kenara çektim…
İndim… Bir süre sonra sirenler çalmaya başladı… “Tamam!” dedim… Şimdi duracaklar… Durmadılar…

Kusurumuza bakma Ata’m… Seni “saygıyla” anıyoruz… Ama sana 1 dakika “saygı” duruşu yapmaya vaktimiz yok… İşimiz – gücümüz var… Yetişmemiz gereken yerler var… Neme lazım… Geç falan kalırız…

Sonra bindim arabaya… Yola devam ettim… Her yerde afişlerde anıyorduk seni… “Saygı”yla…

Tüm gün olmasın, yarım güne de razıyım… Seni anmak için, sana gerçek “saygı” duruşu yapmak için, yarım gün program da yapsak olur okullarda…

Üniversiteye gittim sonra… 9:15’de derse girdim… Ders yaptık… Seni konuşmadık… Ben açmadan konuyu… Kimsenin gündemi bu değildi…

“Kurumsal Sosyal Sorumluluk” konusuna ekledim seni… “Sosyal Sorumluluk” gereği seni anmak için bir şeyler yapmalı dedim üniversiteler…

Üniversiteliler ise o kadar özgür ki… Törenlere çalışanlar katılıyor sadece… O da zaten 1 dakika… Seni yılda bir kez bir dakika saygı duruşuyla anıyoruz…

Herkes Atatürkçü… Herkes senin hayatını o kadar iyi biliyor ki… 70 yıl sonra öğrendiklerimiz ülkeyi ikiye böldü…

Hakkında o kadar çok belgesel yapıldı ki, bunu da normal karşıladık… Her şeyi biliyorduk seninle ilgili…

O kadar “Atatükçü”yüz ki, sokakta kime sorsan, hangi gence sorsan, senin Nutuk’tan birkaç cümle söyler ezbere…

Senin değerlerini kullanıyoruz… Senin partin varmış… Onu sahiplenenler var… Bir tek onlar Atatürkçü…
Senin yaptıklarını senin döneminin şartlarına göre değerlendiremiyoruz ama olsun… Biz yine de izindeyiz…

21. yüzyıla bir gelsen diyorum… Ya da birilerine ruhunu versen… Ya da mümkünse çoktan vermiş olsan da, birkaç sene içinde 30’lu – 40’lı yaşlarına gelip kurtarmaya başlasa ülkeyi…

Yeniden tarih yazacak bir sen daha lazım bize… Halkı peşinden sürükleyecek, ama kendi amaçları için değil, bu ülkenin hayrı için…

İnanacak… Güvenecek bu millete… Bölmeden, toparlayarak… Herkesin desteğini alacak… Birbirine karşı değil, dışarıya karşı… “Biz” ve “siz”, “diğerleri”, “karşı taraf”, bu ülkeden olmayacak…

Biri lazım Ata’m… Gönder… miş ol ya da… Kurtarsın bizi… Bu “ben”cillikten… İç kavgalardan… Karanlık geleceğimizden…

Umut pompalasın bize… “Biz” kavramını aşılasın… Birlik olmayı öğretsin…

NUR ERDEM ÖZEREN
15.11.2008

10 Kasım 2008

Senin Korkularını Benim İnceliğimi

Ayrılık ne biliyor musun? Ne araya yolların girmesi, ne kapanan kapılar, ne yıldız kayması gecede, ne ceplerde tren tarifesi, ne de turna katarı gökte... İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık. İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini, birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine. Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken, duvarlara dalıp dalıp gitmesi. Türküsünü söylecek kimsesi kalmamak ayrılık. Ödünç sesle konuşan bir kalabalık içinde kendi sesiyle silinmek. Birdenbire büyümesi, gülüşü artık yaprak kıpırdatmayan bir çocuğun. İnsanın yaşlandıkça kendi kuyusuna düşmesi. Bir kadının yatağına uzanan kül bağlamış bir gövde. Saçına rüzgar, sesine ışık düşürememek kimsenin. Parmaklarını sözüne pınar edememek. Uzaklarda bir adamın üşümesi, bir kadın dağlara daldıkça. Işıklı vitrinlere bakmadan geçmek çarşılardan. Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun. Evlerle sokaklar arasında bir ayrım kalmaması. Ayrılık yağmurdan vazgeçiş, sudan üşüme, yalnızca gölge vermesi ağaçların. İyiliğin küfre dönmesi ayrılık. Güneşin bir ceza gibi doğması dünyaya. Başını alıp gitmek gibi bir geri dönüş. İki adımından birisi insanın. Sevincin kundakçısı, hüznün arması ayrılık. Süreğen korkusu inceliğin. Ayrılık o küçük ölüm, usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan.

Şimdi anlıyor musun gidişinin neden ayrılık olmadığını? Bir yaprak düşmesi kadar ancak acısı ve ağırlığı olduğunu. Bir toplama işleminin sonucunu yazmak gibi bir değer taşıdığını. Boşluğa bir boşluk katmadığını. Kar yağdırmadığını yaz ortasında.

Ayrılık, o köpüklü öpüşlerin ardından kalkıp ağzını yıkadığında başlamıştı. Ben bulutları gösterirken, "bulmacanın beş harfli yemek sorusuna" yanıt aramanla halkalanmış; "aşkın şarabının ağzını açtım, yar yüzünden içti murt bende kaldı" türküsü tenimde düğümlenirken, odadan çıkışınla yolunu tutmuş; dağlarda öldürülen çocukların fotoğraflarını bir kenara itip, "bu eteğin üstüne bu bluz yakıştı mı? " dediğinde varacağı yere varmıştı çoktan.

Ne mi yapacağım bundan sonra? Ayak izlerimi silmek için sana gelen bütün yolları tersinden yürüyeceğim önce. Şiir okumayacağım bir süre. Hediyelik eşya satan dükkanların önünden geçmeyeceğim. Senin için biriktirdiğim yağmur suyunu bir gül ağacının dibine dökeceğim. Yeni bir yanlışlık yapmamak için telefonlara çıkmayacağım. Ardı kuş resimli aynalar arayacağım mahalle pazarlarında, gençliğimi anımsamak için. Emekli kahvehanelerinde yaşlılarla konuşarak sonumu görmeye çalışacağım. Fotoğraflarını güneşe koyacağım, bir an önce sararsınlar diye. İçinde ayışığı, iğde kokusu ve begonvil bulunan tüm resimleri duvarlardan indireceğim. Mican türküsünü asacağım yerlerine. Falcı kadınlara inanmayacağım artık. Trafik polislerine adres sormayacağım. Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye. Fesleğenden başka çiçek koymayacağım penceremin önüne. Büyük kentlerin varoşlarında çırpınan üç milyon yurtsuza evmi açacağım. Nerde bir kayıp, bir faili meçhul varsa bıraktığı acının yanına resmini asacağım. Şaşırma yetimi korumak için yeni aşklar bulacağım kendime.

Ne yapacağımı sanıyorsun ki, tenin tenime bu kadar sinmişken; ömrüm azala azala akarken önümde; gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken.. Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime, bıraktığın boşluğu yonta yonta binlerce heykelini yapacağım.

Şükrü Erbaş / İnsanın Acısını İnsan Alır

9 Kasım 2008

71 - Ekonomik Kriz

Kriz geldi… Geliyor… Kapıda… Yolda… Diye diye kriz geldi… İçeride olacak diye beklerken herkes, dışarıdan geldi…

AKP’nin şansı… “N’apalım dünyada kriz var” diyebilecekler… Nitekim diyorlar… Nitekim öyle de…

Aylardır piyasalar sıkışıktı… Daralmıştı… Son 1,5 – 2 yıldır… Ama bu kadar değildi… 7 yıldır seminer veriyorum… Meslek seçimi ile ilgili, lise öğrencileri ve velilerine… Ve orada işsizliğe dair bir örneğim var… 10 yıldır bu ülkede büyük gazetelerin İ.K. ekleri çıkıyor… Kariyer.net TV’ye reklam verecek kadar büyüdü…

Dolayısıyla bu ülkede işsizlik yok, kalifiye eleman sıkıntısı var… Kendini geliştirmemiş, ama tek diploma ile her şeyi yapabileceğini sanan üniversite mezunları var… Üniversite hayatı boyunca deneyim elde etmemiş, hobisi olmayan, naylon staj yapan, iş deneyimi olmayan, öylesine okuluna gidip gelen üniversiteliler…

Ve rekabet arttığı için, artık İ.K.cılar çok profesyonel olduğu için, böyleleri iş bulamıyor…

Ama artık, son bir aydır, işler iyice değişti… Artık İ.K. eklerinde sadece 2 ya da 3 sayfa iş ilanı var… Bir sürü insana iş bulurdum önceden… Her yer durdu… Bu kez gerçekten kriz var… Ama olmayabilirdi… En azından bu kadar sıkı olmayabilirdi…

Dünyada kriz var… Tamam… Ama bu Türkiye’ye gelmeden bizim özel sektörümüz ve medyamız kemerleri bir sıktırdı, piyasada para dönmez oldu… Dolar – Euro çıktı, borsa düştü, felaket tellalları fişekledi, krize daha hızlı ve daha etkili girdik… Ama şimdi döviz oturdu…

İhracat yapanlar etkilenecekti… Dış pazarlar daralmıştı… Ama içeride iş yapanlar için kriz yoktu… Ülkemizde Avrupa’nın en büyük pazarı vardı hala… Artık kalmıyor… Para harcanmıyor…

Büyük şirketler hemen krizi bahane edip yıllardır işten çıkarmak isteyip çıkaramadıklarını çıkarmaya başladı… Sonra da dergilerde röportajlarda ahkâm kesildi, “krizden kurtulma yöntemleri” ile ilgili…

Krizden şirketi mi kurtaracağız, ülkeyi mi? Ülkeyi krizden sadece hükümet mi kurtarabilir?

Elemanlarının bir kısmını işten çıkarırsan şirketini krizden korursun… Masraflarını kısmış olursun… Ama ülkeyi daha çok krize sokarsın… Daha az insan para kazanır… Daha az insan para harcar… Piyasada daha az para döner… Piyasada daha az para döndükçe şirketler daha az yatırım yaparlar, hatta mevcut harcadıkları paraları keserek belli sektörleri bitirirler…

Mesela organizasyon yapmazlar… Organizasyon şirketleri krize girer… İşten çıkarmalar olur… Hatta o organizasyon şirketinin tedarikçisi bir sürü firma sıkıntıya girer…

Mesela reklamları keserler… Önce reklam sektörü, sonra medya sektörü krize girer, eleman çıkarmaya başlar… Tabi yine bu sektörlerin iş ortağı olan tedarikçiler de sıkıntıya girer…

Medyanın her alanında kriz olur… Diziler birer birer yayından kalkmaya başlar… Sadece o dizilerdeki ünlüler değil, onların on katı sayıdaki kamera arkası çalışanları işlerinden olurlar…

Hem bu kadar insan işsiz kalıp para harcayamaz hale gelirler, hem de kriz var diye para kazananlar da harcamazlar… İnsanlar para harcamadıkça KOBİ’ler ve esnaf para kazanamaz…

İnsanlar kemer sıkma politikasıyla dışarıda yemek yemez… Alışverişi keser… Restoranlar, kafeler, mal satan her türlü dükkân krize girer… Oradakiler de işlerinden olurlar… Para kazanamazlar, onlar da harcayamaz…

Krizin başlangıcı olan büyük şirketlerin ciroları da düşer… “Ülkede” kriz olur… Oluyor…

İşte böyle bir kısır döngü başladı… İnsanlar kriz var diye diye para harcamadıklarından en sonunda kendilerine de döner…

Peki, nasıl çıkılır bu krizden? “Bence”si bir sonraki yazımda…

NUR ERDEM ÖZEREN
09.11.2008