21 Haziran 2009

104 - Askerlikte Komünist Rejim…

Türkiye’de en dokunulmaz, en eleştirilmez, en korkulan kurumdur Ordu… Son zamanlarda dokunuluyor… Yıpratılıyor… Yine her şeyin en aşırısını yapıyoruz… Gerçekten eleştirilmesi gerekenleri es geçerek…

Aşırıya kaçışımızı es geçiyorum… Eleştirenleri başka zaman eleştirmek üzere… Şimdi belki de tam da yeri gelmişken askerliği eleştirmek için… Orduyu değil belki… Askerlik sistemini…

Türkiye’de yaklaşık “800.000” asker var… Her dönem değiştiğinden, sayı da değişiyor…

Ve bu kurum, Türkiye’nin en güvenilir kurumlarından biri… Murat Emre KERVANCILAR arkadaşımın bir tespiti ile, Türkiye’nin en güvenilir kurumlarından birinin %90’ı 20 yaşında gençlerden oluşuyor, ama yönetimde 40 yaş altı kimse söz sahibi değil…

Belki de bundandır, 40 yaş altı kimsenin fikri alınmadan verilen kararlardan biri daha gündemde… İlker BAŞBUĞ paşamızın özel istek ve duruşu ile…

Bir! Bedelli askerlik ASLA çıkmayacak! İki! Herkes eşit olacak! Herkes aynı sürede askerlik yapacak! Muhteşem iki karar…

Ben henüz askerliğimi yapmadım… Ama yapan arkadaşlarımın yorumlarını derleyip toplayınca, henüz yeni gelmiş bir arkadaşımın askerliğe ve askeriyeye olan inancının nasıl sıfırlandığını görünce, fikirlerimin doğru olduğunu daha da iddialı savunuyorum…

Bedelli askerliğin çıkmaması ve herkesin eşit sürelerde eşit şekilde askerlik yapacak olması kim için alınmış bir karar? Kimleri etkileyecek karar? Üniversite mezunlarını…

Peki askerlik nedir? Neden yapılır? Vatani görev… Vatana hizmet… Eğitim…

Eğitimden başlayalım… İlköğretim veya diğer seviyelerden gelen gençlerin bilmedikleri birçok şeyi hayata atılmadan önce öğrenecekleri son kurum…

Peki ya Üniversite mezunları? Bildiklerini tekrar görüp, eğitimsizliğin ne demek olduğu gözlerine sokuluyor… Üniversitenin yeterli eğitimi vermediğini anlıyorsunuz aslında o zaman da… Ne adamlar var üniversiteden mezun olmuş ama eğitilmemiş… Hala sıfır…

Asıl önemli olan, gerçekten eğitilmiş adamın, hâlihazırda çalışan, üreten, eğitim alan, eğitim veren gencin aslında bir vatani görev yapmadığı düşüncesi… Ben kendi adıma askere gitmediğim şu süre içerisinde vatani bir sürü görev yaptım, bu vatana faydalı olacak… Benim gibi onlarca insan var askerlik görevini yapmadığı süre içerisinde de bu vatana hizmet eden…

Ülkede eğitimin en önemli sıkıntı olduğunu konuşuyoruz, beyin göçünden şikâyetçiyiz, ama eğitimliyi artık herkesle bir tutacağız… Herkes eşit… Yaşasın komünizm!

Kimsenin sesi çıkamıyor, askeriye ile ilgili kimse sesini yükseltemiyor… Hele ki askerlikle ilgili yorum yaptığınız anda, “vatan haini” ilan ediliveriyorsunuz…

Güneydoğu’da bir sürü şehit verirken askerlikten kaçan adam damgası yiyorsun… Böyle düşünenler! Siz bana ne derseniz deyin, ben bu sistemi mantıklı bulmuyorum!

Kısa süre askerlik yapmak için açık öğretim okuyan vatan haini olmuyor, bedelli askerlik isteyen vatan haini ilan ediliyor…

En verimli döneminde, üretirken, bir adamı alıp 5 ay ya da bir yıl boyunca “eğitmek” bana mantıklı gelmiyor… Bu işin eğitim kısmı 2 ay… Sonrası profesyonellik gerektiriyor…

Bu işi profesyonelleştirirsen, gönüllü olarak, hem de bu işi tüm dünyadan daha iyi yapabilecek binlerce genç varken, ve bir sürü işsiz genç varken, nedendir bu inat?

Bu kadar çok askeri beslemenin maliyetine çok daha azıyla profesyonelce yapabiliriz bu işi… Böyle yapmadığımız sürece, yine Murat’ın “ironi” yazısında yazdığı gibi, “keklik gibi” avlanacaklar orada gencecik sakalı çıkmamış çocuklar… Sonra da “vatan sağ olsun”…

NUR ERDEM ÖZEREN
21.06.2009

103 - Babasızlar Günü

Hayatta seçemediklerin vardır… Annen… Baban… Akrabaların… Doğduğun yer…

Seçemezsin… En fazla hiçe sayarsın… Yok sayarsın… Yokmuş gibi davranırsın… Yaşarken ölmüş gibi davranırsın… Yanı başında olsa bile bazen varlığını hissedemezsin… Yokluğunu her gün daha çok yaşarsın…

Biyolojik olarak hepimiz sahibiz… Ama bu kadar çok ayrılık da yaşanırken, yeni evliler, henüz çocuk sahibi olmuş olanlar, yıllarca birlikte olup bu kararı almış olanlar bu kadar çokken, kaç kişinin annesi ve babası gerçek anlamda “var”?

Biri yaşarken yok gibi davranmak, ölmüş olduğunu saymak… Büyük sıkıntı… Psikolojik savaş… Kendinle…

Çevrenize bir bakın… O kadar çok böyle hikâye var ki… Genelde babayla yaşanan… Neden anne değil de baba peki?

Anneyle babanın hep farklı rolleri var aile içinde… Çocuklarına karşı… Genellikle… İstisnalar olsa da, anne çoğunlukla sevgi veren, sevgisini belli eden, baba ise otorite kuran… Koruyan… Kollayan… Mesafeli duran… Çocuk üzerinde hâkimiyet, otorite kuran, onun dayanacağı duvar… Güveneceği destek… Güç…

Yıllar geçer… Çocuk büyür… Artık ne korunup kollanmaya, ne de desteğe ihtiyacı olduğunu düşünmeye ve hissetmeye başladığında devran döner, her şey tersine döner…

Yıllarca üzerinde otorite kuran babanın otoritesi bitmiştir… Paylaşılan yegâne kavram budur yıllarca… İşte o yüzden de ilişki revizyonu zorlaşır… Baba, aile reisliğini tamamen oğluna bırakana kadar, ergenlik sorunları devam eder, otorite çekişmesi…

Koruyup kollayan, güvendiğin, sırtını yasladığın gücün artık bir “güç” olmadığını görmeye başlarsın güçlendikçe… Bu da ona olan inancını azaltır… Kendi ayakların üzerinde durmaya başlarsın…

Ya da hala senden güçlü olmasını beklersin, hep onun boyunduruğunda yaşamaya devam edersin… Güçlü değilse de ilişkiyi yıllarca üzerine kurduğu değer yok olup gitmiştir…

O andan sonra kurulacak yegâne ilişki sevgi üzerine olandır… O güne kadar inşa edildiyse tabi… Otorite kurmaktan vakit bulunup… Şımartmaktan korkmadan…

Anneyle ilişki ise zaten en başından sadece sevgi, şevkat, çocuğa karşılıksız verilen şeyler üzerine kuruludur… Ve bu zaman geçse de değişmez… Anne hep verendir, sen de hep alan…

Zaman geçtikçe, yıllarca sana sevgisini verenin değerini daha iyi anlamaya başlar, sevgini ona vermeye başlarsın… Arttırarak… Bir zamanlar seni koruyup kollayanla zaten rolleri değiştirdiğin gün, anneyi koruyan, kollayan olursun…

Bir erkek için geçerlidir bu ilişki genelde… Çünkü babanın kız üzerindeki otoritesi kolay kolay bitmez… Ya da baba kıza sevgisini çok daha fazla gösterir…

Ama hepsi bir yana, ikinci paragrafta yazdığımdır en zoru… Varken yok saydığın, ya da olmayan bir babaya ya da anneye sahip olmak…

Bugün onların günü… Hiç gereği yokken, belki de insanların yarısı yaşı ya da kaderi gereği annesiz ya da babasızken, Babalar Günü ve Anneler Günü kutluyoruz…

Sahipken hiç düşünmüyoruz, bir anneye ya da babaya sahip olmasam bu günün değeri ne olacak diye… Ne kutlaması! Tamamen hüzün günü! Tamamen mutsuzluk!

Yaşıyor ya da ölmüş olsun, olmayan bir anne ya da babanın “gün”ü olabilir mi? Nesi kutlanır? Olanların aldığı hediyelere bakılıp mutlu olunur mu? Gözünüzün içine sokulan reklamlarda mutlu aile tablolarına bakılıp alışverişe koşulur mu?

Ya da bu durumda bir baba için, anne için ne kadar kutlanası bir gündür bu “gün”?

İşte bu yüzden sonuna kadar karşıyım böyle günlerin kutlanmasına…

NUR ERDEM ÖZEREN
21.06.2009

15 Haziran 2009

102 - Oralarda Kriz Yok...

Mustafa DENİZLİ yüzde yüz zam almış maaşına… DEMİRÖREN “Mustafa Hoca’nın aldığı para fazla değil. O bunun daha fazlasını hak ediyor” demiş…

Gerçekten aldığı para fazla değilmiş… Yıllık 1,5 Milyon Euro… Aylık 300 bin lira… Şimdi aylık 600 bin lira oldu… Zor geçiniyordur…

DENİZLİ de yaptığı açıklamanın içinde bir yerde, "Ben gittiğim takımlarda kesinlikle para konuşmam.” demiş… Gerçekten ne büyük meslek aşkı… Takdire şayan…

Bazı sektörler var… Kriz oralara uğramadı… Hem de gözümüzün önünde…

Bu yazdıklarım yanlış anlaşılmasın… Asla zengin düşmanı bir insan olmadım… Hatta olanlara kızarım… Ancak burada durum daha farklı…

Çünkü Mustafa DENİZLİ bu kazandığı para ile hiçbir yatırım yapmıyor, kimseyi istihdam etmiyor, “Türk Sporu”na yapabileceği çok daha fazla şey varken yapmıyor…

Bu durumu, binlerce insana iş veren, yeni yatırımlar yapan memleketimizin zenginleri ile kıyaslayamayız… Çünkü onlar zenginliklerini paylaşıyorlar, kazançları ile başka insanlara da iş imkânı sağlıyorlar…

Oysa Mustafa DENİZLİ ve benzeri şekilde para kazananlar öyle değil… O paralar hesaplarda birikiyor… Başka da hayırlı bir iş yapılmıyor…

Ya da şöyle örnek verelim… Mustafa DENİZLİ’nin bir aylık, yalnızca bir aylık maaşıyla 3. Lig’de bir futbol takımı, 2. Lig’de bir basketbol takımı, 1. Lig’de bir voleybol takımı kurulur…

Ya da onlarca, yüzlerce bedava spor okulu açılır ve gençlere, çocuklara spor altyapısı yapılır… Gençler, çocuklar kötü alışkanlıklardan korumak için spora yönlendirilebilir…

Mustafa DENİZLİ mi yalnızca? Hayır tabii ki… Futbolcular, basketbolcular, mankenler, sanatçılar, dizi oyuncuları, şarkıcılar…

İsmen marka olmuş onlarca insan var… Aslında hepsi birer şirket… İşletme… Gelirleri ve giderleri var… Vergi veriyorlar, vergi rekortmeni oldukları için isimlerinden söz ediliyor…

Onlar neden sponsor olmuyorlar? Neden kurumsal sosyal sorumluluk projelerini finanse etmiyorlar?

Bu kadar cirosu olan tüm şirketler gelirlerinin bir kısmını artık bu tip işlere yatırıyorlar… Krize rağmen, bütçelerinin bir kısmını buna harcıyorlar…

Sadece vergi vererek, vergi rekortmeni olarak olmaz ki bu iş… Hatta bazı sporcularda o bile yok… Arada bir bazı kampanyalara bilmem kaç bin lira bağış yapıp kendini göstermekle de olmaz… Gerçekten bir şeyler yapmaları, paylaşmaları gerekir diye düşünüyorum… Aynı cirodaki KOBİ’lere bakıp (hatta bazıları ulusal şirketler kadar ciro yapıyorlar) karşılaştırınca, bu konuda hiçbir şey yapmadıkları aşikâr…

Hele ki böyle bir kriz ortamında, krizden hiç etkilenmeyen sektörlerin trilyonerlerinin sosyal bir sorumluluk bilinciyle paylaşımcı olmaları gerekiyor diye düşünüyorum…

Sonra çıkıp hiçbir yerde boy göstermeye hakları yok… Krizde herkes sıkıntı içindeyken bundan etkilenmeyenlere tam da bugün iş düşüyor bence… Çünkü her yerde kriz var… Oralarda yok… Medyatik olanlarda yok, medyada var…

Her yerde kriz var… Neredeyse tüm sektörlerde… Kriz vurmayanlara iş düşen gündeyiz… Krizin vurmadığı bankalara takmıştım kriz yazılarımda, karlarını kriz döneminde bile katlayıp, sonra kredi cimrisi olan…

Şimdiyse bu krizde, insanların yüzlerce yılda ancak kazanacakları paraları bir ayda kazanıp bunu kimseyle paylaşmayan, daha doğrusu, aslında birer şirket olmalarına rağmen, bir şirket kadar ciroya, sıfır gidere ve daha fazla kara sahip olmalarına rağmen, bir şirketten farklı olarak, topluma ve çevrelerine hiç yatırım yapmayan ünlülere taktım… Taşın altına elinizi koyun… Sosyal sorumluluk projesi yapın…

NUR ERDEM ÖZEREN
15.06.2009

8 Haziran 2009

101 - Ya Meclis Kürsüsü... Ya İdam Sehpası...

Zamanı gelince bu yazıyı yayınlayacağım...
Henüz değil...
Ama yazdığım tarih aşağıda...

NUR ERDEM ÖZEREN
08.06.2009