31 Ağustos 2008

65 - Üniversite Öğrencilerine Burs

Geçen gün bir kardeşim aradı, İstanbul’da üniversiteyi kazanmış, burs aradığını söyledi, yardımcı olmamı istedi… Buluştuk, konuşunca inanamadım, çıldıracaktım, geçmişte yaşadığım bir olayı da hatırladım…

Önce hemen yardımcı olmaya çalıştım, güvenimden insanlara… Bir kez daha güvenimi kıracağını bilmeden… Kiminle iletişime geçebileceğini, nasıl arayabileceğini falan anlattım…

Sonra sordum, “annen – baban çalışıyor mu, yaşıyor mu, gelir durumunuz ne, başka okuyan kardeşin var mı” diye… İkisi de yaşıyor, baba çalışıyor, anne ev hanımı, halleri vakitleri yerlerinde…

Peki dedim, sen neden istiyorsun bu bursu? “Araba alacağım abi, alamasam da, ayda 500 lirayla geçinmek var, 1000 lirayla geçinmek var”…

Seviyorum bu çocuğu… O nedenle kendimi tuttum… Güldüm… “Ben sana burs konusunda yardımcı olmam, o sana söylediğim arkadaşı da arama, o da olmaz”…

Sonra sordum; “Sen kendine bunu nasıl yakıştırıyorsun? Utanmıyor musun benden bunu istemeye?”… “Senin de tanıdığın bir sürü arkadaşın yok mu o alacağın bursa ihtiyacı olan?”… “Senin için 2 günlük bir para olan 100 – 150 YTL ile bir haftayı geçirecek kadar o bursa ihtiyacı olan binlerce insan varken, bence sen bunu yapma, sana yakışmıyor” dedim…

Yanından ayrılınca arkadaşımı arayıp ismini verdim… Ararsa yardımcı olma diye…

Sonra aklıma yıllar önce okulda yaşadığım bir olay geldi… 2000 – 2004 yılı arasında Tekirdağ Anadolu Lisesi Tercih Komisyonu’ndaydım… 500’den fazla öğrenciye birebir tercih ve kariyer danışmanlığı yaptım…

Tercihleri yaparken, öğrenciler aynı formda burs başvurusunu da dolduruyordu…

Yıllardır çok yakından tanıdığım, aileden oldukça zengin, hatta okulda insanlara burs verebilecek kadar zengin olan ve bunu da tüm okuldaki öğretmenlerin bildiği bir arkadaşım formunu teslim ediyordu… Tamamı vakıf üniversitesi… Bir öğretmenim burs kısmını doldurmadığını gördü ve “aaa, burs başvurusu neden yapmadın, doldursana herkese veriyorlar…”

Çıldırdım! “Hocam, siz nasıl öğretmensiniz ya? İnanamıyorum size? Nasıl utanmadan bunu teklif ediyorsunuz bu adama?!”…

Hocam kendini şaşırdı… Benden böyle bir tepki beklemiyordu… Eveledi geveledi…

“Bu bursa ihtiyacı olan onlarca öğrenci var, bunun gibi adamlar yazıp aldığı için onların bazılarına çıkmıyor, ya da verilenlere de bu nedenle kuş kadar burs veriliyor…”

Ben bunu anlayamıyorum… Bir öğretmenin sistemin çarpıklığını öğrencisine kullandırtmaya çalışmasını… Ona bunu öğretircesine örnek olup yönlendirmesini…

Hadi bırakın öğretmen olmayı, bu bursa ihtiyacı olan onlarca öğrenci varken herhangi bir insanın böyle düşünmesini…

Ama ne yazık ki sistem böyle ve bunu da herkes değerlendirmeye çalışıyor… İhtiyacı olmayan insanlar burs başvurusu yapıp alıyor, hatta bu paralarla geçiniyor üniversitede…

Memleketimin ücra köşelerinde de çocuklarımız parasızlıktan okuyamıyor… Nasıl vicdandır? Hiç mi görülmez yanı başımızdaki arkadaşımızın çektiği maddi sıkıntılar…

Daha önce bir yazımda aynı şeyi yazmıştım… Çocukken büyüyünce çok zengin olup bütün ihtiyacı olanlara yardım etmeyi hayal ederdim… Büyünce anladım ki, bu sürede o kadar zengin olamam… Onun yerine en doğrusunun Robin Hood olmak olduğuna, geniş bir çevreye sahip olup, parası olandan alıp olmayana vermenin asıl yapabileceğim şey olduğuna karar verdim…

Şimdi ne mutlu ki bu yıldan itibaren Mezunlar Derneğimizin bir burs fonu var artık…

NUR ERDEM ÖZEREN
31.08.2008

23 Ağustos 2008

64 - Tatil Eğlencesi Anlayışı – 2

Birkaç gün önce tatil yörelerindeki mekânlarda insanların eğlence şekliyle ilgili eleştiri ve yorumlarımı yazmıştım… Yazımın ertesi günü iki büyük gazetenin Pazar günü eklerindeki “haber”ler nedeniyle ikinci bir yazı yazmaya gerek duydum…

İlk haber Sabah’ta… “İşte Türkiye’nin konuştuğu mekan!” başlığıyla, Bodrum’daki Ship A Hoy Haber haber yapılmış… Ana sayfada “3 ay açık kalıyor, vergi rekortmeni oluyor” diye başlıyor haber, takdir ederek okumaya başlıyorum, bu güzel başlangıçla… Bodrum’da birinci, Muğla’da 3 oluyormuş 3 aylık yaptığı işle… Ama bu takdir edilerek bu haber yapılmamış…

Sonra hem ana sayfada devamında, hem de 3. sayfada başlıkla hayal kırıklığına uğruyorum, bir mekânın böyle anlatılmasına inanamayarak… “Ship A Hoy’da eğlence şık kızlar, zengin beyler ve yüksek hesap demek”…

Bir eğlence yeri, kaliteli hizmetiyle, çalışanlarının müşterilere davranışlarıyla, temiz yiyecek içecekleriyle, kendinizi iyi hissetmenizle, müziğiyle veya benzer yönleriyle değil de, oraya gelenleri ödedikleri hesaplarla, maddi durumlarıyla, kızların güzellikleriyle anlatılıp tanıtılıyor…

İnanamadım yazılanlara… Aralarından bazılarını seçtim… Daha iyi anlatamam herhalde…

“Kadınlar dekolte kıyafetler ve full makyajı, erkekler ise takım elbise ya da jean üstü keten gömlekleri tercih ediyor”… Yaz sıcağında Bodrum’da gece çıkarken takım elbise giyen kimse görmedim ben…

“İçkilerin kadeh fiyatı… bir şişe açma fiyatı…” yine aynı mantık… Şişe açmak… “Mekandaki 5 beyaz locanın fiyatı … Locada 3 ila 6 kişi oturabiliyor…” Loca…

“… localar da yavaş yavaş dolmaya başlıyor… Ancak burada kimseyi “dağıtırken” görmek mümkün değil. Çünkü hanımlar ve beyler, şık ve cool hallerinden taviz vermeye hiç mi hiç yanaşmıyor…” işte eğlence anlayışı… İşte benim eleştirdiğim şeyin takdir edilircesine yazılışı…

“Gündüz beachlerde takıp takıştıran “tiki kızlar”ın hepsini burada görmek mümkün”… Bu tabiri kabul eden kaç kız var acaba?

“Tabii bu kızlar Ship A Hoy’a; dekolte elbiseleri, fönlü saçları, ince topuklu ayakkabıları ve full makyajları ile geliyor”… Ne tarif ama…

“Mekanda fiyatlar isimlere ve tiplere göre belirleniyor. Bir masada 1.200 YTL’ye bir şişe votka açılırken yan masaya aynı içki 600 YTL’ye gelebiliyor.”… Bunu okuyan müşterinin ne kadar hoşuna gider acaba?

Amacın mekânın reklamını yapmak olduğu çok belli… Para verip haber yaptırma devrinin meyveleri… Ama bu reklam ne kadar işe yarar, ne kadar tepki çeker düşünülmemiş…

Benzer mantıkla hazırlanan başka bir haber aynı gün Hürriyet’te… Ekinin baş sayfasında, Çeşme’nin artık Bodrum’un alternatifi olduğundan, tatilcilerin akın ettiğinden bahsediliyor… Sonra da Çeşme’de nerelere gidilir başlığı altında iki sayfa boyunca birçok mekânın reklamı yapılıyor…

Son 5 yıldır, İzmir Belediyesi, Çeşme Belediyesi, Çeşme’deki Ticaret Odası vb. kurumlar, bu işe bütçe ayırmış Çeşme’yi Bodrum’un alternatifi tatil ve eğlence merkezi gibi göstermeye çalışıyorlar...

Aslında kimsenin akın ettiği falan yok… Sadece hafta sonları, İzmirlilerin yazlık yeri olmaktan öteye geçemedi Çeşme… Pazartesi günü gidin, bomboş… Buna rağmen parayla yapılan haberler hala Çeşme’yi Bodrumun alternatifiy”miş gibi” gösteriyor…

İzmirlilere sorsanız, İstanbulluların ve diğer illerden insanların gelmesinden rahatsız… Nezih eğlence ve tatil yerleri ellerinden gidiyor…

Parayla haber satmak, haber yapmak… Yeni moda oldu, kendine haberci diyen, gazeteci diyenlerin gelir kaynağı… Gerçek habercilere yazık… Ve paranın eğlencenin anlatılma kriteri olması… Ben dayanamıyorum…

NUR ERDEM ÖZEREN
23.08.2008

17 Ağustos 2008

63 - Ahmedinejad ve İstanbul Trafiği

Geçtiğimiz Perşembe – Cuma İstanbul’da herkes trafik çilesi çekti… Sebep? Ahmedinejad’ın ziyareti, gideceği yerlere güvenli gitmesi için önlem alınması… Değdi mi? Kim daha değerli? Ahmedinejad mı, İstanbullu mu?

Ben Cumhurbaşkanlarının, Başbakanların, Milletvekillerinin ve diğer üst düzey bürokrat ve devlet adamlarının her türlü imkânı kullanarak daha az zaman harcayacak şekilde iş yapmalarından yanayım… Onlar ülkelerini, şehirlerini, vatandaşlarını temsil eden insanlar ve onların her dakikası değerli…

En iyi ve donanımlı arabaya binmeyi de, özel uçak ve helikopterlere sahip olmayı da, özel korumaları da, daha birçok özel muameleyi de hak ediyorlar… Ve biz de bu kişileri bunu gerçekten hak ediyorlarsa seçmeliyiz…

Ancak burada iki önemli detay daha var… Birincisi, bu devlet adamlarının hangi devletin adamı olduğuna bakılmaksızın aynı imkânlar sunulmalı… Talabani – Barzani gibi istisnalar hariç…

İkincisi ve daha önemlisi ise, bizim devlet adamlarımıza o ülkede sunulan imkân ve uygulanan muamele ile karşılaştırıyor olmalıyız bir yandan da… Bize ikinci sınıf dünya ülkesi muamelesi yapan, Anıtkabir ziyaretini gereksiz bulduğu için Ankara’ya değil İstanbul’a gelen bir devlet adamına bir yerlerde bir tepki verilmeliydi devletimce…

Bunların yanında asıl yanlış olan ise, Ahmedinejad’ın kendi ülkesi vatandaşına verdiği değeri bizim kendi vatandaşımıza göstermediğimizi onun diline bile düşürerek “ben ülkemde yolları kapatmazdım” dedirtecek uygulamalar yapılması…

Aslında ne kadar halktan biri olduğunu gösterircesine Cuma namazındaki davranışları, verdiği demeçler, siyaset – din ayrımına dikkatle yaptığı açıklamalar, herkese ders verir nitelikteydi… Anlayana…

Trafiğe gelince, sorun sadece yolların kapanması da değil… Bunun hiçbir haber ve bilgi verilmeksizin yapılıyor olması… Bir gece önce hiçbir haber bülteninde ya da radyoda konudan bahsedilmemesi…

Eğer bir suikast düzenlenecekse, bu en beklenmedik anda ve yerde zaten gelecektir… Ayrıca bunu yapacak kişinin gözüne sokar gibi trafiği kapatıp o güzergâhta “buyur gel buradayız” demek de ne kadar güvenli bilemiyorum…

Sivil sıradan bir araçla trafiğin içinden geçerek gitmek daha mı az güvenli? Kimsenin Ahmedinejad’ın içeride olacağını tahmin edemeyeceği…

Bunu sadece bugüne ve Ahmedinejad’a da yüklemek yanlış… Daha 2,5 ay önce, 1 Mayıs’ta aynısını yaşamadık mı? Ya da ondan birkaç hafta önce Polis Bayramı’nda…

Her yapılacak gösteride, her gelen devlet başkanında, her önemli günde, adı önlem almak, uygulamada ne almak olduğu belli olmayan işler…

Kapat Taksim’i trafiğe, Beşiktaş’ı, Mecidiyeköy’ü, sonra alternatif yollarla İstanbul’da trafiği akıtmaya çalış… O alternatif yollarda da onlarca yol çalışması varken…

Yapılan onca hizmeti ve çalışmayı bir anda hiç eden uygulamalar bunlar… Vatandaşına verdiğin değeri gösteren…

Trafiğin durmasının sebep olduğu iş kaybını, yapılamayan toplantıların, gidilemeyen ofislerdeki kaçan çalışmaların, ekonominin önemli kısmının merkezi olan İstanbul’daki ekonomiye zararlarını düşünmeden yapılan düşüncesizce uygulamalar…

Ahmet Necdet Sezer’in yaptığı gibi kırmızı ışıkta durma şovunu da yapmayın halktan biriyim derken, sizin her dakikanız değerli olmalı, yapacak çok işiniz olmalı ve hiçbir yerde beklememelisiniz… Ama bunu yaparken de 15 milyon kişinin hayatını felç etmeye, hatta belki onlarca kişinin ambulans – yol problemi yüzünden hayatına sebep olmaya hakkınız yok…

NUR ERDEM ÖZEREN
17.08.2008

9 Ağustos 2008

62 - Tatil Eğlencesi Anlayışı

Uzun zamandır düşünüyordum bu konu hakkında yazı yazmak için… Şimdi tam da kendi tatilimin ortasında, birebir bütün bunları yaşayıp gözlemlerken yazmak geldi içimden, alamadım eleştirel bakmaktan kendimi…

Özellikle üniversiteli gençlerin, biraz da 30 üstüne kayan yaşlardaki işsizlerin ya da işi bir yandan akarken işinin başında durmayanların eğlence anlayışı ve bu sektörde göze çarpmayan bazı detaylar…

İlk tatil şekli, seks turizmi üzerine kurulmuş olan… Antalya’da, Alanya’da, Kemer’de, Marmaris’te, Bodrum’da ve diğer bazı tatil yörelerinde, sekse aç, belki işsiz, en fazla lise mezunu yurdum erkeği ile sanki sırf bunun için gelmişçesine davranan turistimin eğlencesi…

Gece boyunca bir kelime edemeyecek kadar iletişim kurmaktan yoksun şekilde, tarzanca hareketlerle, karşılıklı danslarla başlayan; gece ortalarında vücut vücuda dans etmeyle devam eden, gecenin sonlarına doğru köpük banyosu ile perçinlenen ve aslında sonu en başından belli olan eğlence şekli… Tek derdin her iki taraf için tatil sonu skoru olduğu... Ama bazen de seksin verdiği dayanılmaz cazibeye kapılıp âşık olduğunu sanıp evlenme hayalleri kurmalar… Ve borçlar için bile bulunamazken, bu yolda harcanan paralar…

Kendinizi oraya ait hissedemiyorsunuz… Bunun bir eğlence şekli olduğuna ve o insanların müziği eğlenmek için kullandıklarına inanamıyorsunuz… Zaten öyle bir şey de yok…

Vücutlarını gizemden yoksun sergileyen kadınlar, erkeklik asaletinden uzak davranışlarla saldırgan adamlar, dans ederek para kazandığı varsayılan ama estetikten yoksun, vücut sergilemesi, teşhir ve tahrik üzerine kurulu hareketler yapan dansçılar…

Bunları izledikçe karşı cinsi beğenme hissinizi kaybediyorsunuz… İlişki denen şeyin bu kadar ayağa düşmesi…

Diğer tarafta Bodrum – Çeşme eğlencesi… Henüz sakalı çıkmamış çocukların, vücutları yeni olgunlaşan kızların, ailelerinden aldıkları, nasıl kazanıldığını bilmedikleri için nasıl harcanması gerektiğini de bilmeden, sınır koymayıp suyunu çıkardıkları eğlence şekli…

İçki içmenin, sigara içmenin “şekil yapma”nın bir parçası olarak algılandığı, “masaya şişe açmak” kavramıyla hava atılıp zenginlik ve statü yarışının yapıldığı, aslında tek statü kaynağı bu olan insanların sığındığı eğlence şekli…

Kendi paralarını kazanmayan ve ailesinin parasıyla hava atmaya alıştırılmış gençler… “Bilmemkimin oğlu” olduğu için hürmet gösterilip el pençe divan durulan gençler… Bu nedenle “kafa masa” ya da “stand” tahsis edilen…

Bazen onlara eşlik eden 30’luk “abi”ler… Masada oturup sadece içki içen, asıl derdi bambaşka şeyler olan… Hesap ödememekten gocunmayan, bunu kendini satmaktan farklı zanneden genç kızlar, hatta bazen erkekler… “Aşk”ların indirimde olduğu zamanlar… Daha kolay aşık olunabilen…

Erkeklerin “loca”, “masa” ya da “stand” yaptırıp, “şişe açıp”, eğlenmek ve dans etmek yerine “şekil yapıp” sadece içip etrafına baktığı, yanlarındaki kızların da “o erkeklerin” yanında olmaktan gurur duyup yanlarında olmanın verdiği hava atma isteğiyle abartılı eğlenip dans etme hareketleri… Ve erkeklerin buna rağmen cool tavırlarından bir şey kaybetmedikleri…

Herkesin bakışlarının çarpıştığı, kızların içine düşercesine baktığı erkeği terslemekle haz aldığı, erkeklerin gece boyu bakıp cesaretsizlikle yalnız bitirdiği geceler ve artık akşamüstü yapılan “happy hour beach party”ler… Akşamüstü 5’te içilmeye başlanan içkiler...

Mekân işletmecileriyle, şeflerle, çalışanlarla kurulan dönemlik “arkadaşlık”lar… Sadece hesap indirimi ve bahşiş üzerine perçinlenen “dostluk”lar… Çalışanın bir haftada kazandığını 3 saatte harcayanla kurduğu muhteşem yakınlık… Başka yerde bulamazsınız…

Yanı başında ise bambaşka hayatlar… Doğu’dan gelip yıllar önce Bodrum’a yerleşen bir ailenin 5 çocuğundan biri olan Tarık’ın, insanlar eğlenirken buzlu badem satmak için çalışanlarla arkadaş olduğu, annesinin ise bembeyaz ve tertemiz kıyafetlerini görüp “neden beyaz?” diye sorduğunuzda verdiği “biz yiyecek satıyoruz, temiz olmamız lazım” bilincine sahip oluşuna şaşırışımız…

Bademlerini satın alan gençlerin ne kadar bu bilince sahip olduğunu sorgulayışımız... Artık hepsi birer üniversite öğrencisi… “Satın aldıkları” birer diplomaları olacak… Ne kadar “eğitilerek” mezun olacakları ise “Allah kerim”…

Sanırım çok ağır oldu, ama buralarda tatil şekli bu… Ve bu neslin bir kesiminde… Gençlerimizi çok iyi eğitiyoruz… Yolumuz çok açık…

NUR ERDEM ÖZEREN
07.08.2008

61 - Meslek Seçimi - 2

Sanırım artık bu konuda verdiğim seminerlerden ve yaptıklarımdan bahsetmeye gerek yok… Meslek seçimi, gelecek planları, zamanı etkin kullanma, kendini geliştirme…

Meslek seçimi ile ilgili önceki yazılarımda değinmediğim konuları bulup, tekrar yapmadan, eklemeler yapmak istiyorum… Özellikle ailelere…

Son günlerde en zor dönemlerini geçiriyor gençler… ÖSS’yi çok zor zannederlerken, bu sürecin çok daha içinden çıkılmaz bir durum olduğunu deneyim ediyorlar…

Onlarla birlikte aileleri de bu süreci yaşıyorlar… Ama her iki tarafın derdi başka genelde…
Ailelerin temel isteği, günü kurtarırcasına, sınav sonuçları açıklandığında “çocuğum kazandı” demek… Hangi üniversite ya da bölüm olduğunun önemi yok…

Ya da mümkünse, herkesin “vaov!” diyeceği bir bölümü kazanması… Çocuğum “doktor” olacak, “bilmemne mühendisi” olacak, “öğretmen” olacak, vs.

Aslında sonuçların açıklandığı günlerde, birkaç günlük geçici ego tatmininden başka bir şey değil bu… Soran kişilere nereyi kazandığını söylediğinizde verdikleri tepkiden sonra, ertesi gün sorsanız hatırlamazlar… Zaten aynı dönemde onlarca kişinin sınav sonucu da açıklandığından, kimsenin hatırlaması imkânı da pek yok…

Burada bir hatırlatma yapmak gerek ailelere… Kendilerine bir soru sormaları… “Çocuklarından bu hayatta en temel beklentileri nedir?”

Bu sorunun aslında cevabı çok basit… “Gurur duyulacak birer çocuk yetiştirmek”… İşte bütün beklenti bu…

Günlük falan değil bu beklentinin sonucu… Hayatın sonuna kadar sürüyor… Çevredeki kimse de unutmuyor…

Sonra bir de başkaları ile kıyaslama vardır… Empati kuruyor mu acaba bunu yapan aileler merak ediyorum… Eşleri onları eski sevgilileri ile kıyaslasa mesela, ne tepki verirler acaba… Kimin hoşuna gider kıyaslanmak? Ya da ne işe yarayacağını düşünüyorlar acaba bunu yapmanın?

Böyle şeyler söyleyerek bir şey öğretemeyiz gençlere, çünkü onlar dinleyerek değil, model alarak öğreniyorlar… Onları bir mesleğe yönlendirmenin tek yolu, model alabilecekleri birilerini bulmalarını sağlamak…

Burada da sıkıntı, işini severek yapmayan, hatta kendi mesleğini bile yapmayan birilerine gidip üniversite ve bölümünü sormak… Bütün cevapları negatif olacağından, sorular hiçbir işe yaramayacaktır…

Bu karar döneminde en önemli şeylerden biri de, gençlere “sen daha büyümedin” yaklaşımlarının olması… Ne zaman büyüyecekler ki ailelerin gözünde? İşimize gelince “koca adam” oluyorlar, işimize gelince “sen daha büyümedin”…

Bu hayat onların ve “sen en doğru kararı alırsın, ben sana güveniyorum”u duymaya, hissetmeye ve yaşamaya en çok ihtiyaçları olduğu dönemdeler…

Gençlere gelince… Bu yazıyı koşa koşa götürüp okutun ailelerinize… İşe yarar umarım… Ama siz de karar verirken aldanmayın puana, kulağa hoş gelen üniversite ve bölüm adlarına, altın topraklı”ymış gibi” anlatılan şehir isimlerine…

Önce kendinizi tanıyın, kendinize güvenin… Unutmayın, “herkes bir başkasının beceremediği konuda ustadır”… Ustalığınızı keşfedin… Başkasıyla kendinizi kıyaslama hatasını yapmayın, sadece kendinizle ve kendi hedeflerinizle yarışın…

Hem ailelerinizin gurur duyacağı, hem de kendinizle gurur duyabileceğiniz bir meslek seçin… Model alabileceğiniz birilerine bakıp, bir gün birilerine model olabilecek bir hayat yaşayın… Üniversite sadece 4 yıl, hayat ise upuzun… Silgisiz çizilen bir resim… Unutmayın…

NUR ERDEM ÖZEREN
26.07.2008