30 Aralık 2009

121 - 2010'a Girerken... Umut ve Kriz...

2009 herkes için kötü geçti sanırım… Yani sanmam, gördüğüm kadarıyla eminim… İstisnai birkaç kişi dışında, “bitse de kurtulsak” denen bir yıl oldu herkes için…

2010’dan herkes çok umutlu… Hayatımda duymadığım kadar çok “bu yıldan umutluyum” lafları duyuyorum etrafımda…

Tabi bu aynı zamanda işadamlarının ve ekonomistlerin de öngörüleri ile desteklenince, krizin biteceğine dair umutlarla birleşiyor…

Krizin bitmesi, istihdamın bir anda artacağı anlamına gelmiyor tabiki… Bu yıl geçse geçse rolantide geçer… Son iki yıldaki gibi gerileme ile ya da daralma ile geçmez en fazla…

2011 gelmeden işlerin yeni istihdam yaratacak kadar açılması çok da mümkün değil diye düşünüyorum… Ama artık biraz daha kendini döndürebilen, borçlarını ödeyebilen birey ve işletmeler olacak 2010’da… Umudunda herkes…

Bu umudun sebebi aslında çok öyle ekonomist ve işadamlarının açıklamalarından da kaynaklanmıyor… Herkes o kadar çok daraldı, o kadar sıkıntılı günler geçirdi ki, kimsenin bunların daha fazlasına tahammülü yok… “Bundan fazlası da olamaz artık” diyor herkes… “Dibi gördük, artık çıkma vaktidir” diye düşünüyor…

Dibi gördük mü, daha da dibe inecek miyiz bilinmez, herkesin içindeki bu umudun ekonomiye pozitif etki edeceğinin kesin olduğunu düşünüyorum ben…

Araya bir de siyaset sıkıştırayım hemen… Bu düzelme, olursa, yine AKP’ye yarayacak… “Bakın gördünüz mü ekonomi düzeldi” diyecek… Ki erken veya zamanında seçim için de bunu bekliyor AKP…

Ekonominin canlanması için 2010’da bankalar da muslukları açacaklar… ŞAHENK geçenlerde bir açıklama yaptı, “son 2 yıldır edilen karları dağıtma zamanı” diye…

Her sektör krizle boğuşulurken, bankalar katlanarak büyüdüler… Şimdi artık kredi verilecek “temiz sicilli” kimse ve işletme kalmadığı için, kriterler hafifletilerek kredi muslukları açılacak…

KOSGEB, TOBB vb. kurumlar zaten destekleri hat safhaya çıkardılar son aylarda… Sizden aldığını size geri veriyorlar…

Sizden aldığını size geri veren bir başka sistemle ilgili radikal bir önerim var… Milli Piyango idaresine…

1 kişiye, ya da bilemediniz çeyrek biletli 4 kişiye büyük ikramiye verilmesin… Mesela 6 bilene, 5+1 bilene, diğer her türlü şans oyunlarına büyük ikramiye verilmesin…

Adamı bozuyor zaten o kadar para… 1 milyon liranın üzeri bir insanın hayatını tepetaklak ediyor… Değiştirmiyor…

Önce eş değişimi ile başlıyor… Sonra muhit… Arkadaşlar unutuluyor… Bir anda yeni akrabalar geliveriyor… Ve tabi baş belaya giriyor o kadar para ile…

Onun yerine önerim, mesela bu yılbaşı, 1 kişiye 30 ya da 4 kişiye 7,5 milyon lira yerine, 30 kişiye 1 milyon verilmesi…

Daha çok kişiye insin ikramiye… 30 kişinin hayatını kurtarsın… 1 ya da 4 kişinin hayatının altüst olmasına neden olmasın…

Zaten bilet alan milyon liralık işadamları değil, yurdum insanı memuru işçisi esnafı alıyor o biletleri… Bu kişilerin de hayatını kurtaracak paralar 500.000 ile 1 milyonu geçmez…

Daha çok kişiyi sevindirecek ve hayatını kurtaracak ama altüst etmeyecek şekilde değişmeli Milli Piyango sistemi…

2010’a girerken, bu umut ortamının herkesin ekonomisini düzeltmesini umuyorum… Herkes ekonominin düzelmesi için keselerinin ağzını açıp, alıp verip ekonomiye can verir…

Ruh hali düzelmiş bir insan, ruh hali düzelmiş bir ülke, daha mutlu bireyler, hayattan zevk alan, 2010’u geçtik artık da, 2011’den para dışında bir şeyler isteyebilen bir ülke diliyorum…

NUR ERDEM ÖZEREN

30.12.2009

19 Aralık 2009

120 - Açılım… Kapanım…

Açıldık… Sonucunda parti kapanımı oldu… Sine-i millete gittiler… Şimdi geri geldiler… APO sağ olsun…

Geçen hafta kapanmadan sonra hemen yazmamıştım yorumlarımı… Biraz zamana bırakmak gerek diye düşünerek… Şimdi artık zamanı geldi… APO sayesinde…

Çok akıllıca planlanmış konuşmalar… “Bir canı kaybetmek partiden daha önemli…” Tribünlere oynamalar… Sonra bir bakmışsınız içinden gerçekler çıkıvermiş…

Böyle bir dönemde seçime gitmekten bizi “Sayın” ÖCALAN kurtardı… PKK lideri… Yeni Kürt görünümlü PKK partimiz BDP’nin gerçek Genel Başkanı…

Gözümüze soka soka haykırıyorlar… Biz Kürtlerin partisiyiz der gibi yapıp PKK’nın partisi olduklarını… Kapat kapat nereye kadar… Yenisi zaten hazır…

Yedinci parti… Kaçıncı vukuat… “Kapatmaya götüren 141 neden” başlıklı haber yapılıyor… 141.ye kadar neden bekleniyor?

Bunun başka bir cezası olmalı… Böyle bir hukuk düzeni olabilir mi inanamıyorum! Siz hukuki yollarla gerçek cezaları vermezseniz de, sokaktaki vatandaşın kendi eliyle verdiği cezaya söyleyecek sözünüz olmaz…

Bu kadar bariz şekilde “ülkenin birlik ve bütünlüğünü bozmak” hedefinde olan kişiler nasıl hala serbestçe gezerler?! Nasıl Türkiye’nin “Büyük Millet Meclisi”ne girerler?! Nasıl bu kadar resmileşebilirler?!

“Kürt Toplumu” kavramı yaratmaya çalışarak ülkeyi bölmeye çalışmaları bir yana, resmen PKK savunuculuğu yapan bir grup nasıl bu kadar rahat olabiliyor?

Ve bütün bunların yanında, AKP nasıl bu oyuna bu kadar göz yumabiliyor? Sebep belli de… Dile getirilemiyor…

“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ve anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim.”

Ben şimdi sana “namussuz” veya “şerefsiz” dersem, suç mu işlerim, haklı mı olurum? Bu yemini edenlerin, yemine uymamalarının cezası nedir? Var mıdır? Ona da mı dokunulmaz yoksa?

Böyle kutsal bir görevi yapacaksın, sonra bu ülkeyi bölmeye çalışacaksın, sonra da hayatının sonuna kadar yedi sülalen bu devletten senin emekli maaşını alacak… Ne güzel!

Ben bu konuda bir büyüğümün sürekli kullandığı bir kelimedeki gibi “itidalli” olamıyorum… Kendimi bir şehit yerine koyuyorum… Ya da onun bir yakını yerine… Sonra bunu yapanlara kucak açamıyorum…

Demokratikleşme adı altında, özgürlük adı altında yapılanları kaldıramıyorum… Bunu yapanların “derhal” ve “layıkıyla” cezalandırılmasını istiyorum…

Tabi benim istemem yetmiyor da, yeteceği günleri sabırsızlıkla bekliyorum…

Tek çözümü hukuk bulsun, adam gibi cezalar versin diye bekliyoruz da, o da olamıyor…

Bu sorunu çözmenin, partileşerek olmayacağına inanıyorum… Yani “Kürt Meselesi” diye bir mesele varsa, herkes girip diğer tüm meselelerle birlikte herhangi bir partide savunsun hakkını… AKP’de hiç mi Kürt yok? CHP’de? Diğer partilerde? Girin istediğiniz partiye, diğer tüm ulusal meselelerle ilgili siyaset yaparken, bununla ilgili de yapın…

Sadece “Kürtlük” üzerine parti kurularak çözülmez bu sorun… Ama sen gidip Atatürk üzerine, Türklük üzerine, Müslümanlık üzerine parti kurarsan, adama da Kürtlük üzerine parti kurma hakkını verirsin…

NUR ERDEM ÖZEREN

19.12.2009

13 Aralık 2009

119 - Aç... Kapa... Seç...

Vatana millete hayırlı olsun… Bir partimiz daha tarih oldu… Ama temsil ettiği siyasi görüşler ve siyaset dışı eylemler aynen duruyor… Yine çözüm olamayacağı aşikâr…

Bu konu ile ilgili birkaç kelam etmeden önce, biraz daha yorumları ve gelişmeleri takip etmek gerektiğini düşünüyorum…

Ama açılım sürecinin siyasete etkisini de değerlendirmek için elime bir anket sonucu geçti… Merrill Lynch tarafından yapılan son anketin sonuçları…

Ankete göre, AKP’nin oyu % 31’e düşmüş… CHP aynı yerde, % 23… DTP de, % 6… MHP yükselişte, % 20… SARIGÜL % 4… Ama TDH değil, SARIGÜL… DP ise % 2…

Daha önce bir yazımda MHP’nin bu açılım sürecindeki yükselişinden bahsetmiştim… Şimdi daha da stratejik adımlarla mitinglere başlıyor… Akıllıca, doğru siyasi hamleler olduğunu düşünüyorum… Bu devirde bu tutar çünkü…

Hatırlayan hatırlar, 1999 seçimleri öncesi de benzer bir ortamda “bebek katili APO” başlıklı, ölü bebekleri ve kanlı APO görsellerinin kullandığı afişleri ile ikinci parti olmuştu MHP. Şimdi biri de çıkıp iktidar ortağı olduktan sonra APO’yu “asamayışını” (ki kendi vaadleri olduğu için bu şekilde dile getiriyorum) bir de üzerine üstlük kendi yandaşlarını affetmek adına af çıkarmasını hatırlatırsa bu mitingler ne kadar işe yarar bilemem.

Burada bir siyasal stratejik hata Demokrat Parti kanadında görülüyor… “Türkiye Birleşiyor” sloganı ile DP – ANAP birleşti… Bu, “merkez sağın” yıllardır beklediği bütünleşme için süper slogan belki… Ama güncel siyasette modası geçmiş kalıyor… Tutmuyor…

Bugün birleşme bütünleşme değil, terörün karşıtı olma, PKK – DTP karşıtı olma, ve en önemlisi de bunu yüksek sesle dile getirme dönemi…

Zaten DP’nin de söylemleri bu yönde, ama web sitesine girip bakanlar için, çok yakından takip edenler için… Kamuoyunda ön plana çıkan söylem yok ortada…

Ilımlılığı, kucaklayıcılığı bırakması gerektiğini “henüz” görmediği için DP, ya da belki CİNDORUK ve ekibi zamanında bu kavgalardan çok yorulduğu için, bu seçim anketinde hala beklediği yerde değil… Bu gidişle olamaz da… “Güncel”lemesi gerekiyor siyasetini…

Aslında eksik olan tek bir şeyi var şu anda DP’nin, o da iletişimi… Kadro konusunda sıkıntısı yok, kendi içinde uzlaşma ile ilgili ciddi problemleri yok, parasal sıkıntısı da yok, ama kendini anlatma derdi var… Ve böyle giderse, erken bir seçimde umduğunu bulamaz…

Dikkat çekilmesi gereken bir başka konu, SARIGÜL’ün yükselişi… Ama anket sonuçlarını belirtirken belirttiğim gibi, SARIGÜL’ün oyu… CİNDORUK’un Genç Bakış’ta yaptığı bir tespit var, SARIGÜL’ün kendi başbakanlık hedefi için parti kurduğuna dair… Doğru da aslına bakarsanız… Ama halk da lidere oy veriyor…

Daha önce ECEVİT’in DSP’si vardı, o gitti ve bitti… Cem UZAN’ın muhteşem kampanyalı Genç Parti’si vardı, bitti… TDH’de de aynı durum olabilir… Bir siyasi hareket değil, bir lider hareketi… Ancak bu hareketin bir lider hareketi olması oy alamayacağı anlamına gelmiyor.

Ancak SARIGÜL de söylemleri ile bu süreci iyi değerlendiremeyenlerden… BAYKAL’a karşı o üslubunu DTP – PKK için kullanmıyor…

AKP’nin bir gün gelip düşüşe geçeceğini, ve bu günün her geçen gün yaklaştığını her fırsatta dile getiriyorum… Açılım sayesinde saçıldı AKP…

Bu sürecin “şimdilik” en güçlenerek değerlendireni MHP… Zaten duruşu gereği de bu normal… Devir milliyetçilik devri…

Erken seçim olursa, durum gerçekten böyle olacaktır bence… Ama gelecek yıl Kasım veya 2011’de zamanında yapılacak bir seçime kadar çok sular akacak daha, o zamana kadar ne olacağını kimse bilemez…

NUR ERDEM ÖZEREN

13.12.2009

6 Aralık 2009

118 - Yok Olan Değerlerimiz

Bu sabah TRT 2’de bir amca izledim… Semer ustası… Semer üretiyor, elleriyle… Gün boyu uğraşıyor ve gün sonunda sadece bir tane, ne zaman alınacağı belli olmayan bir semer…

Yok olup gitmeye yüz tutmuş sanatı… Çırak geliyor, almıyor… “Onun geleceği yok…” diyor… O yetişene kadar alımı daha da azalacak bu semerlerin diye… Bir sanat yok oluyor…

Anadolu’nun her köşesinde son ustaları tarafından icra edilen onlarca el sanatı yok oluyor… Yenilerini yetiştiremiyor…

Anadolu kadınının elleriyle yaptığı elişi işlemeler, yerini yeni gelinlerin markalardan aldığı şeylere bırakıyor…

Devlet bunlara da destek veremez mi? Turizm Bakanlığı eliyle desteklenemez mi?

Böyle programları sadece TRT yapıyor… Ya da az izlenen televizyon kanalları…

Yemeklerimizi de unuttuk… Anadolu kültürünün, Osmanlı kültürünün en önemli yanlarından biri olan yemekleri yapmayı bilmiyor artık yeni nesil… Yemek tariflerimiz “Cafe de Paris” soslu, “Meksika Usulü”, “Çin Yemekleri” başlıklı… Dünyanın bütün kültürlerine açıldı yemek kültürümüz de, hepsini de öğrendik de, biz bizim kültürümüzü açamadık dünyaya… “Milli yemeğimiz” döner dışında…

Osmanlı’nın mutfağının hangi tarifini kim biliyor? Anadolu Yemekleri Tarifleri kitapları neden hiç satılmıyor? Hangi genç kız yufka açmayı, yaprak sarmayı, tarhana yapmayı, mantı açmayı, gözleme yapmayı biliyor?

Köy ekmeğini, köy yemeklerini fabrikasyon üretiyoruz artık… Kendi ekmeğini yapmayı bilen var mı?

Ama yok… Gerek yok… Biz artık “Yemekteyiz” programı ile öğreniyoruz yemek tariflerini de, evde nasıl misafir ağırlanacağını da… Müthiş örneklerle…

Televizyon programlarında arıyoruz “hayatımızın arkadaşı”nı… 70 yaşında dede de… 60 yaşında nine de… 28 yaşında genç de… Yalanlarla… “Madara edilirken” başlarda, şimdi normal karşılanıyor…

Ya da internetten bulunuyor aşklar… Olduğundan farklı görünerek, internetteki maskelerle… Sosyalleşmeyi unutuyoruz…

İki “salak” sarışın kız binlerce lira alıyor sabah programı ve TV reklamı için… Binlerce akıllı genç elinden tutulmayı beklerken…

Türk Sanat Müziği şarkıları söyleyen gençler artıyor, ne mutlu, ama ne yeni bir beste, ne yeni bir güfte… Adı üzerinde, “Türk Sanat Müziği”… Tamamıyla bizim… Ama artık “yeni” Türk Sanat Müziği şarkısı yok… Nerede bugünün popüler söz yazarları? Onlar söz yazıyor… “Güfte” yapamıyorlar…

Bestecileri nerede? Onlar da makam bilmiyor… Herhalde son “yeni” Türk Sanat Müziği şarkısı Sezen AKSU’nun “Sorma”sıdır…

Yeni sözlerde ne saygı var sevgiliye, ne sevginin muhteşem betimlemelerle anlatımı… Gençler dikkatle okusun o sözleri de, geçmişte gerçek “aşk”lar nasıl yaşanırmış görsün… Adına “aşk” denen “seks” ilişkilerinden farklı olarak…

Ne mutludur ki yine de, rakı kültürü, fasıl kültürü sağ olsun, hala gençler biliyor ve seviyor Türk Sanat Müziği’ni…

Unutulmaya, yok olmaya yüz tutmuş değerlerimiz her geçen gün bizden uzaklaşıyor… Ve biz hala, bayramları tatil olarak görüyoruz… Ve biz bayramda el öpmeye gitmiyoruz domuz gribi olmamak için… Ve biz bayram gezmesi denen kavramdan, bayram alışverişi denen kavramdan uzaklaşıyoruz her geçen gün…

Çocuklar büyüklere saygı göstermeyi de öğrenemiyorlar… Saygısız hale geliyorlar… Ne büyüğe saygı kaldı, ne aileye, ne öğretmene… Büyüklere… Küçüklere… Sevgiliye… Aileye… Öğretmene… Geçmişte kalan en önemli değerimizi kaybediyoruz… “Saygı”yı…

NUR ERDEM ÖZEREN

06.12.2009

20 Kasım 2009

117 - Genç Bakamayış...

Aylardır yazacaktım bu konuyu… Bir türlü kısmet olamamıştı… Haftalar sonra ilk kez tekrar izledim bu Çarşamba gecesi Gen. Bakış’ı… Değişen hiçbir şey yoktu…

Gençlerle ilgili kısmından önce, Kanal D’yi ve Abbas GÜÇLÜ’yü ele almak istiyorum… Bu saatte hiçbir gencin bakamayacağı kesin bu programa… Bari gün içinde ya da akşamüstü yayınlayın… Hedef kitlesinin en izleyemeyeceği saatte yayınlanıyor… Nasıl bir stratejidir çözemiyorum…

Asıl bomba Abbas GÜÇLÜ… Nefesini kontrol edemeyen, nerede nefes alıp nerede vereceğini bilemeyip cümle ortasında duraklayan bir ekran insanı… Topluluk karşısına nasıl çıkarıyorlar Abbas GÜÇLÜ’yü inanamıyorum…

Hadi onu geçtim, o belki nefes dersleriyle falan geçer belki de, cümle kuramıyor Abbas GÜÇLÜ… İki lafı bir araya getiremiyor… Hiçbir konuda bilgisi yok doğru düzgün… Karşısındaki gençlerin ne dilinden anlıyor, ne onlarla aynı frekansta yaşıyor…

Sinirlerini hiçbir zaman kontrol edemiyor… Hareketlerini de… Programdaki gençlerin taşkınlıklarını hiçbir zaman yönetemiyor… Tek yapabildiği çanak sorularla eleştiri yapmaya çalışmak…

Bir de çok zekiymiş gibi bu çanak soruları salona sorup alkış almıyor mu, deli oluyorum… Abbas GÜÇLÜ’nün bugünkü konumunun yegâne sebebinin Aydın DOĞAN’a yakınlığı olduğu konuşulur hep… Ben çözemiyorum… 10 tane kanalım olup 500 programım olsa, birini bile vermem Abbas GÜÇLÜ’ye…

Geçen akşam Ali SABANCI konuktu Abbas GÜÇLÜ’ye… Tüm dünyada organizasyonlarla kutlanan Girişimcilik Haftası nedeniyle, TOBB Genç Girişimciler Kurulu Başkanı sıfatıyla… Çukurova Üniversitesi’nde…

Tam yatacakken, konu ve konuk ilgimi çektiğinden, izlemek ve bir şeyler öğrenmek istedim… Ama hiçbir şey öğrenemedim… Gençler izin vermedi çünkü…

Gençler tam bir faciaydı… Sanki orada Ali SABANCI yok… Sanki konu girişimcilik değil… Hiç mi birinin bir girişimcilik fikri olmaz? Hiç mi birinin soracak sorusu olmaz? Hiç mi merak ettikleri bir şey olmaz? Hiç mi bir şey öğrenmek istemezler? İnanamadım…

Her mikrofonu alan benzer şeyleri yaptı… Bir kısmı, Ali SABANCI’dan bir şeyler istedi… Bağış vs gibi parasal istekler…

Bir kısmı, eline mikrofonu almışken, Rektörlerini ve okullarını şikayet ettiler…

Bir kısmı da hükümeti, sistemi eleştirdi, siyasetçilerin babasına yapılan haksızlıktan bahsetti…

Kimse konu ve konukla ilgilenmiyordu… Eleştirmekten başka bir şey düşünmüyorlardı… Siyasetçi konuksa dünyanın en şerefsiz insanları siyasetçiler, zengin bir işadamıysa Ali SABANCI gibi, en büyük düşmanları zenginler…

Ama o kadar boşlardı ki eleştirirken… O kadar hiçbir şey bilmeden eleştiriyorlardı ki… Bilgi sahibi olmadan, hepsi fikir sahibiydi… Ama aslında o kadar fikirsizlerdi ki, az önce bahsettiğim, Abbas GÜÇLÜ’nün o arada salona çanak sorularla kendini alkışlatması aslında çok normaldi… Çünkü gençler de her söyleneni alkışlamaya çok müsaitlerdi… İki karşıt görüşü arka arkaya alkışlayacak kadar konudan uzak, şakşakçı bir gençlik ne yazık ki…

Bütün bunların yanında, saygısızlardı konuğa karşı… Daha öncekilerde de olduğu gibi… Terbiyesizce, saygısızca konuğu eleştiriyorlardı… Ama yapıcı eleştiri yapacak donanım yok… Sadece terbiyesizce, saygısızca, yıkıcı eleştiri…

Yine hayal kırıklığıydı benim için Genç Bakış… Yani gençler… Kötüye gidiyoruz… Çok boşlar… Çok donanımsız… Çok saygısız… Ve koyun gibiler ne yazık ki… Herkesin söylediğini destekleyecek kadar…

Bu gidişe dur demek lazım… Kötü…

NUR ERDEM ÖZEREN

20.11.2009

8 Kasım 2009

116 - Bir Domuz Gribi Vakası...

Türkiye’nin son 1 – 2 aylık bir numaralı gündem maddesi… Bence yalandan… Bakın “gerçek” zararları neler…

Çocuğunuz ateşleniyor… Hastaneye gidiyorsunuz… Sıraya girip bekliyorsunuz… Doktor kontrolü yapıyor… Ve bomba teşhis geliyor… Domuz gribi “şüphesi”…

Hemen maskeleriniz takılıyor… Çocuğunuz ve siz bir anda korunmaya alınıyorsunuz… O ana kadar yanınızda olanlara, arabayla sizinle oraya kadar gelenlere, hiçbir önlem alınmıyor…

Bulunduğunuz yere en yakın devlet hastanesine sevk ediliyorsunuz… Aman o özel hastanenin adı domuz gribiyle anılmasın da, müşteri kaybetmesin diye… Hastanenin suçu değil, hükümet böyle istediği için…

O andan itibaren herkes teyakkuzda… Sağlık Müdürlüğü’ne bilgi veriliyor… Ambulans hazırlanıyor… Devlet hastanesine ambulansla sevk ediliyorsunuz… Hem de sirenlerle… Kırmızı ışıklarda durmadan… Sanki grip “acil” bir vakaymış gibi… Sanki o hastaneye de ambulansla gitmişsiniz gibi…

Bütün bunlar neden? Önlem olsun diye… O özel hastanenin bir doktorunun “şüphe”si…

O an kendinizi bir düşünün… Çocuğunuzla ambulansın içindesiniz… Sirenlerle hastaneler arası sevk ediliyorsunuz…

Korku içindesiniz… Ya çocuğum da domuz gribinden ölürse diye düşünerek yolculuk ediyorsunuz…

Ve nihayet hijyenik, muhteşem bakımın yapıldığı, devlet hastanesine ulaşıyorsunuz… Çocuğunuz sedyeyle taşınıyor ambulanstan… Sanki hastaneye yürüyerek giden o değilmiş gibi…

Hemen tek kişilik bir odaya alınıyorsunuz… Başka doktorlar gelip bakıyor… Oraya gelen onlarca hastadan daha sağlam olduğunu söylüyor çocuğunuzun… Siz de daha önceki atlattıklarından biliyorsunuz ki, bu sıradan bir grip vakası…

Ama olsun… “Şüphe” yazıldı bir kere kağıda… Herkes maskeleri takıyor… Ama yanınızdakilere hala maske takan falan yok… Sadece çocuğunuz ve siz… Bir de hastane görevlileri…

Sizinle aynı kattaki diğer hastalar, hastaneden çıkışlarını istiyorlar… Varlığınızdan herkes korkuyor…

Doktorlar inisiyatif alıp bir şey yapamıyor… Herkes telefonla birbirine danışıyor… Bir türlü sonuç yok… Oradan başka bir “tek kişilik” odaya sevk ediliyorsunuz… Kimsenin olmadığı… Çünkü “Domuz Gribi Şüphesi” var…

Sonra sonuçlar geliyor… Pozitif… Çocuğunuz domuz gribi… Ama bu arada 2 gün geçmiş… Serum ve ilaçlarla, uyuyarak, dinlenerek, çocuğunuz iyileşmeye başlamış… Ve bu sonucun elinize ulaştığı anlarda taburcu ediliyorsunuz…

Nasıl bir tezat? Nasıl bir korku? Nasıl bir ne yapacağını bilememezlik durumu…

Eve geliyorsunuz… Kimseye söylemeye korkuyorsunuz çocuğunuzun domuz gribi olduğunu… Evde herkes maskelerle gezmeye başlıyor… Misafir kabul etmiyorsunuz… Peki o ana kadar iletişim kuranlar…???

Önlemler daha da artıyor… Kimseyle görüşmüyorsunuz… Okula haber veriliyor… Kayıtlara geçiyor… Çocuğunuz domuz gribi…

Çocuğunuza söyleyemiyorsunuz… Henüz 10 yaşında çünkü… Sürekli soruyor… “Domuz gribi miyim ben?” diye…“Kimse benimle konuşmak istemeyecek” diyor…

Hastalık atlatılana kadar bunun korkusuyla mı yaşarsınız? Çocuğunuzun bu durumuna mı üzülürsünüz? Psikolojinizle mi savaşırsınız bozulmasın diye?

Peki işin aslı ne? Her yıl onlarca insan gripten ölüyor… Daha doğrusu, zatürreeye çeviren gripten ölüyor… Bünyesi zayıf olan insanlar…

Peki bu ölümlerin domuz gribi ile alakası var mı? Hayır! Grip işte… Bu yıl adı “domuz”, geçen yıl “kuş”tu, ondan önce “Çin”…

Adı değişiyor her yıl… Virüsün adı değişiyor sadece… Hastalık aynı… Grip…

Neden? Her yıl yeni ilaçlar alınsın diye… Hükümete yakın birileri önce 40 milyon doz aşıdan, sonra dezenfektanlardan, sonra maskelerden, sonra kontrol için gittikleri özel hastanelerden, sonra her türlü yan üründen para kazansınlar diye…

Tek atımlık kurşunla yedi sülalelerine yetecek kadar para kazansınlar diye…

Geçen yıl kuş gribinden hemen sonra, köylünün elinden alınan tavuk yetiştiriciliğinden sonra, likit yumurta reklamları veren “Unakıtan” markası haykırıyordu bize bunları zaten…

Salgından ölen insan sayısı, geçmiş yıllarda gripten ölenlerden kat kat daha fazla değil…

Ama korku pazarlaması taktiğini uygulayan AKP hükümeti, bize açılımı da unutturuyor, belgeleri de, Ergenekon’u da…

Peki şimdi ne yapıyor bu yukarıda yazdığım çocuk?

Turp gibi… Okula gidip geliyor… Klasik bir grip atlattı…

Peki annesi? Babası? Çevresindeki akrabaları? Onların yaşadığı stresin, üzüntünün, korkunun hesabını kim verecek? Giden günler geri gelmeyecek… Yıprandıkları ile kalacaklar…

Sevgili muhalefet… Eleştireceksen bunu eleştir… Açılımı eleştir…

Yine Ergenekon’a, laikliğe, askere takılma…

NUR ERDEM ÖZEREN

08.11.2009

115 - Siyasi Tespitler...

Geçtiğimiz haftalarda DP – ANAP birleşmesi ile ilgili yazdığım yazımdan sonra, çok derinlemesine anlatmadığım tespitlerim nedeniyle belki de, çok yakın bir arkadaşım uzun uzun eleştirdi yazdıklarımı…

En özet hali aslında, en son yazdığı, “insanın “her şey dilediğince olsun” yazası geliyor” yorumu… Yorumlarım temenniymiş gibi göründüğünden… Tarafsız olmadığımı söylemesinden…

Öncelikle şunu söylemek gerekiyor ki, tarafsız olduğumu hiç iddia etmedim ben yazılarımda…

Ama iki şeye dikkat ediyorum… Birincisi, bağımsız olmaya, ki dibine kadar öyleyim şu anda, kimse bağlamıyor yazarken, kimsenin kalemi değilim…

İkincisi, hakkaniyetle eleştirmeye çalışıyorum herkesi… Desteklediklerimi de… Örneğin AKP’yi, zaman zaman övdüm, zaman zaman eleştirdim bugüne kadar…

Tüm yazılarımda AKP’yi bitirecek hareketin merkez sağda bir birleşme olacağını söylememi eleştirmiş… Ve asıl “temenni” diye eleştirdiği konu da bu… Bunun bir dayanağı olmadığını düşünüyor…

Şimdi dayandıralım… Öncelikle, benim bu merkez sağ için öngördüğüm lider hiçbir zaman ŞENER olmadı… BÜYÜKERŞEN’in son kongreye gelmesi de merkez sağ lideri olabileceğini asla göstermez, o bir transferdir, parti içi koalisyonun küçük ortağını temsil eder… Öyle bir düşüncem ya da öngörüm hiç olmadı…

Dile getirdiğim lider hep HİSARCIKLIOĞLU idi… Hala da öyle… En azından “kamuoyunda tanınanların” arasında merkez sağ liderliğine en uygun görünen o… Ama o da “başbakanının” sözünden çıkmak istemiyor gibi görünüyor… Ya da sağ gösterip sol vuracak zamanı gelince…

% 23’lük CHP ve % 16’lık MHP’ye rağmen ısrarla “merkez sağ” deyişime, DTP’den bile az oy alan DP’den bahsetmeme anlam veremeyen arkadaşım için ve beni yanlış anlayan herkes için, bunun açıklamasını yapalım…

Öncelikle, ben DP’nin tek başına iktidar olabileceğini hiç söylemedim… Türkiye önümüzdeki yıllarda tekrar çok partili meclise doğru gidecek ve tek başına iktidar bir on sene kadar gelmeyecek… Dolayısıyla DP’nin tek başına iktidarını değil, AKP’yi bölerek oylarını arttırarak % 15 – 25 bandına geleceğini öngörüyorum…

Peki neden? Birincisi, CHP, MHP, Saadet ve DTP oyları, AKP’nin en eleştirildiği dönemde bile değişmedi… Değişemez de…

Türkiye’de sol seçmen belli… % 25 – 30… Her dönem başka bir sol partide toplanıyor oylar… Sağ görüşlü kimseye, “merkez sağda bir alternatif olması halinde”, CHP’ye oy verdiremezsin… Son seçimde verenler de, olası bir “merkez sağ” alternatifte CHP’den vazgeçer…

MHP seçmeni de değişmez… 30’unu aşmış hiçbir sol görüşlüye MHP’ye oy verdiremezsiniz… Sağ görüşlüler verir, aynen CHP’de olduğu gibi, “merkez sağda bir alternatif olması halinde” MHP’den vazgeçer… Oylar alternatifsizlikten kayar…

Saadet ve DTP’nin oyları belli… Kürt kökenli vatandaşlarımızın ve milli görüşe sahip dinibütün vatandaşlarımızın hepsinin son 20 yıldır 3’er 5’er çocuğa sahip olduğu gerçeğini değerlendirirsek, oylarının artışının nedenini görebiliriz…

Yani yüzen oylar “merkez sağda bir alternatif olması halinde” Saadet’e doğru yüzmez… Bir anda dinibütün olmaya karar veren yaşlı nüfus dışında, seçmen bir anda görüşünü değiştirmez, ki Türkiye’nin genç nüfusu da malum…

Burada MHP’nin ve Saadet’in, son dönemde de AKP’nin gençler üzerindeki organize çalışmalarını yadsıyamayız… Elbette ki CHP de bu konuda çalışıyor, ama MHP – Saadet – DTP üçlüsünün gençlik çalışmalarının eline su dökemez…

Gelelim o Demokrat Partinin topla topla % 5 etmeyen oylarına… Aynı toplamaları AKP öncesi yaparken % 40 yapıyordu… Dolayısıyla AKP’yi iktidar yapan oyun büyük çoğunluğu merkezden geliyor…

Son 20 yıla bakarsak, Saadet – MHP – DTP gibi uç partilerin yeni seçmenler dışında oy oranının değişmediğini görebiliriz…

Geriye CHP ve merkez sağ oylar kalıyor… Ki orada da bir dönem CHP’ye, bir dönem SHP’ye, bir dönem DSP’ye kayan sol oyları, hiçbir zaman % 30’lara varamadı…

Bu nedenle de iddia ediyorum ki, AKP’nin oyları merkez sağ oylardır… Türkiye’nin yarısı son 7 yılda bir anda dinibütün olmaya karar vermedi… Merkez sağ seçmen denen % 50’lik kitle bir yere gitmedi… AKP’ye karşı olan çok azı CHP – MHP alternatiflerine gitti, ama eli gitmeyenler ya oy kullanmadı ya boş oy verdi…

Evet AKP ya % 30 üzeri oy alır, ya da % 10’un altına bir anda düşer… ANAP dönemi gibi… AKP merkez sağ bir parti değildir… Milli Görüş partisi de değildir… AKP, ANAP gibi bir “iktidar” partisidir… Dolayısıyla, iktidardan düşeceği anlaşıldığı anda, ne içinde insan kalır, ne yandaşı…

Bir ideoloji partisi değildir… Uzun soluklu olamaz… İktidarı bittiği anda, birkaç yıl içerisinde yol olup gider… İçindeki merkez sağlılar merkez sağın yeni adresine, MHP’liler ve Saadetliler yuvalarına gider, az sayıdaki CHP’liler de siyaset dışına çıkar…

Burada önemli olan, bu “merkez sağ” alternatif… DP – ANAP’ı birleştir, başına koy CİNDORUK’u, hiçbir yere varamazsın… Ama koy başına kimsenin tanımadığı birini, arkasına yerleştir merkez sağın ağır toplarını, o zaman oy alırsın… Ama o kimsenin tanımadığı biri, herkesin güvenini alabilecek, iyi bir “hatip” olan biri olmazsa, yine baraj altında kalırsın…

Ya da, aynı “merkez sağ”ın başına, kamuoyunun tanıdığı, ama “kirlenmemiş” birini koy, yine patlama yaşarsın… Bu yüzden Rıfat HİSARCIKLIOĞLU diyorum…

Eleştiren var mı? Arkasında bütün odaların desteği yok mu? Merkez sağın “hedef kitle”si herkes tanımıyor mu? Genç görünümlü mü? İyi bir hatip mi? Günümüz trendi “sosyal sorumluluk projeleri”ne öncülük etmiyor mu? Krize bile dur demek için 2 ayrı kampanyaya öncülük etmedi mi?
Bütün bu soruların cevabı “evet”… O nedenle bu ismin üzerinde duruyorum…

Evet CHP’nin başında Baykal olmasaydı “zamanında” daha çok oy alabilirdi… Ama o rüzgar biteli çok oldu… Ama o biri, daha önce de yazdım, saçları boyalı, dişleri yapılı, botokslu – solaryumlu SARIGÜL olamaz… Sol bir partinin böyle lideri olamaz… O zaman olsa olsa “sosyete solu” çıkar oradan… Daha önce Cem BOYNER’li TDH gibi… Ya da İsmail CEM’li Yeni Türkiye Partisi gibi…

CHP’yi AKP’nin tek alternatifi haline getiren süreç işin CHP bir şey yapmadı… O sadece “dönemin” sol partisi oldu…

İnsanları CHP’ye yönlendiren etken, merkez sağda bir alternatifin olmaması değildi… İnsanlar nefret ettikleri halde CHP’ye o kadar çok oy falan da vermiyor… O zaten CHP’nin oyu… Sadece % 5’i bu şekilde verilen oylar… Gerisi solun toplandığı yeni adresin sol oyları…

Genel siyasette öyle AKP karşıtlarının birleşme çatısı olarak falan da görülmüyor CHP… Öyle olsa çoktan toplanılırdı o çatıda… AKP yıllardır eleştiriliyor… Ama o çatı ne MHP ne CHP olamadığı için AKP hala duruyor… Hep aynı laf insanların dilinde… “Alternatifsizlik!”

Bu çatı neden DP değil? ANAP değil? Bugüne kadar neden değildi? Süleyman SOYLU ile, Salih UZUN ile olmazdı bu iş… İki lafı bir araya getirip halk diline inemeyen MUMCU ile derin devlet AĞAR bile birleşebilse olurdu o çekim merkezi… Her şeye rağmen…

İnsanlar alternatif arıyor… AKP karşısında “hala” bir alternatifi yok… Alternatif üreten bir “ekibi” olan parti yok… Bunu daha önce de söyledim… Bugün MHP’yi iktidar yapsan, CHP’yi iktidar yapsan, 5’er kişiden fazla isim sayamaz sokaktaki vatandaş…

NUR ERDEM ÖZEREN

08.11.2009

1 Kasım 2009

114 - İktidar için Parti içi Koalisyon…

ÖZAL döneminde başlayan… AKP ile devam eden… Şimdi de yeni trend olan…

Siyasette amaç iktidar olmak… Bunu da partiler arası koalisyon yapmak dışında, 80’den sonra yeni bir formülü bulundu, parti içinde koalisyon kurup tek başına iktidar olmak.

Bunun son örneğini dünkü DP – ANAP birleşme kongresinde yaşamaya başladık. DP kongresine, “sol”cu olduğu net olan, hatta 68 dönemi sol gençlik liderlerinden olan Celal DOĞAN ile Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı DSP’li Yılmaz BÜYÜKERŞEN katıldı. Biri resmen DP’li oldu, diğerinin adı liderlik için geçmeye başladı.

Kişisel fikrim, üzerine basa basa her zaman söylediğim, sağ ve sol kavramlarının hala olduğu. “Artık sağ – sol kalmadı” hikâyesi, kendini merkezde konumlandırıp herkesten oy almaya çalışanların cin fikirli buluşu…

Abdüllatif ŞENER’den solculara, Mustafa SARIGÜL’den sağcılara lider olur mu? Olmaz bence… Herkes merkeze ve herkese oynuyor…

Ama o işin aslı parti içi koalisyondur… Ne CHP içindeki İlhan KESİCİ CHP’yi sağa yaklaştırır, ne AKP için Ertuğrul GÜNAY AKP’yi sola yaklaştırır…

Bunlar parti içi azınlık koalisyon ortaklarıdır. Tabanda da alınan oyun çoğunluğu o partinin sağ veya sol tabanından gelir.

AKP ve ANAP gibi, dönemsel partiler, iktidar için kurulmuş ve muhalefete düştüğü anda bitmeye mahkûm partiler, her kesimden ismi toplayabilir. Çünkü orada amaç iktidar olmaktır. Oraya giden siyasetçi de iktidar için oradadır.

Ya da İlhan KESİCİ örneğindeki gibi, sağ bir iktidara sağ bir muhalefet bulamamaktan CHP’ye gidersin, sağ bir alternatifi bulduğun anda da yuvaya dönersin. Nitekim öyle de olacaktır.

Ben çok yakınımdaki arkadaşlarımdan biliyorum, dibine kadar sağ görüşlü olmasına rağmen, AKP’ye muhalefet için, siyaset yapmak için CHP’ye giren…

AKP’yi ne CHP, ne MHP, ne Saadet, ne de yeni iktidar alternatifi amacıyla merkeze konumlanmaya çalışan ŞENER – SARIGÜL bölebilir, bitirebilir… AKP’ye yukarıdaki 3 partiden giden oylar iktidar yapmadı… CHP’li ve MHP’li kimse AKP’ye oy vermedi… Saadetin oyları da tek başına iktidar yapacak kadar Milli Görüş oyu yok Türkiye’de… AKP merkez sağ oylarla tek başına iktidar oldu…

ŞENER ve SARIGÜL yanlarına bir ikinci ünlü – başarılı – siyasetçi ismi hala alamadıkları sürece, iktidar alternatifi de olamazlar… Herkesi kucaklıyoruz demek yeterli değil…

AKP bu noktaya gümbür gümbür, bir sürü siyaseten ünlü isimle geldi… Öyle sadece gücümüz halktan alıyoruz demekle olmuyor…

Yapılması gereken belli… Parti içi koalisyon… Ama bunun bir koalisyon olduğunu bilerek… Koalisyonun büyük ve küçük ortaklarının olduğu bilinciyle… “Merkez partisi olduk, içimizde herkes var” derken dikkatli olmak gerekiyor…

Bu arada birleşme ile ilgili haberlerde de dikkatimi çeken birkaç konuyu paylaşmak istiyorum… Gazetelerde doğru düzgün haber yok konuyla ilgili… İnternette de hep aynı yüzeysel haberler… Yalnızca samanyoluhaber.com sitesi, yapılan tüm tüzük değişikliklerini detayıyla vermiş… Diğerleri yalandan gazeteciliğin kanıtı…

Ha bir de, eleştirmek isteyenler, 0+0=0 gibi yorumlar yazmış, “ANAP tarih oldu” gibi iğneleyici başlıklar atmış… Buna da bir açıklama yapmak gerekiyor ki, kanunen iki parti, iki dernek, iki kulüp, resmiyette şirketler gibi birleşemiyor, birinin kapanıp diğerinin çatısı altına girmesi zorunlu… Önemli olan, bu birleşmeden sonra eşit sayıda yetki ve sorumluluğa sahip eski partililerin yönetimde olmasıdır ki bu da gerçekleşti bu birleşmede… 0+0=0’a gelince, AKP ve ANAP 1’den mi doğdu bakmak lazım…

NUR ERDEM ÖZEREN

01.11.2009

19 Ekim 2009

113 - Unuttum…

Hayatın bu kadar hızlı akmasından mı? Sorumluluklarımın her geçen gün artmasından mı? Yaşımın hızla ilerlemesinden mi? Yoksa geçmişte yaşadığım çok derinlere inmiş olan acıdan mı? Bilmiyorum… Ama unuttum…

“İnsan büyüdükçe hayalleri küçülürmüş!” Küçük Deniz’in, “Babam ve Oğlum” dizisinin finalindeki tespitiydi Çağan IRMAK tarafından söyletilen…

Bazı şeyleri unuttum artık… Çok uzak geliyor bana… Vazgeçtim bir sürü şeyden…

Ne bu “şey”ler? Duygular… Her geçen gün, en başta saydığım, hangisinden olduğunu bilemediğim sebeplerden biri ya da bazıları nedeniyle unuttum…

En çok uzaklaştığım da aşk, sevgi sanırım… Zaman geçtikçe unuttuğum duygu…

Daha yıllar önce biliyordum böyle olacağını aslında… Gençlere çok erken başlamıştım nasihat vermeye… “Bugünlerin kıymetini bilin” diye…

“Bir daha bugünkü gibi atmayacak kalbiniz sevgilinize karşı…” diyorum yıllardır seminerlerimde… “Bu heyecanları yaşamaya vaktiniz kalmayacak…” diyorum…

“Yeni sorumluluklarınız olacak… Aşkı yaşamaya ne vaktiniz kalacak zamanla, ne kafanızı verebileceksiniz… Düşünmeye bile vakit kalmayacak onu…”

“İşte sırf bu yüzden bile, kıymetini bilin bu günlerin… Sonra başka duygular olacak artık… Aşk olmayacak, hızlı atan kalp olmayacak ilişki nedeni gelecekte…”

Ben doya doya yaşadım da bunları ama, şimdi çok uzakta kaldı… Bir daha yaşamayacağıma emin gibiyim her geçen gün…

Özlemek, her an yanında olmayı istemek, içi içine sığmamak… Her yeni yaşanıp biten ilişkiden sonra daha iyi anladım yalan olduğunu…

Eskisi gibi geçmişe bakıp üzülmüyorum da artık… O kadar uzakta kaldı ki… Onu bile unuttum…

Güzel şeyleri özlemekten de vazgeçtim… Kendiliğinden… İstemeden… Zamanla… İşte yukarıda saydıklarımdan…

Öyle bir zaman geliyor ki, işte bu “duygular” unutuluyor, hayatın diğer gerçekleri giriyor insanın hayatına…

Eskisinden çok daha az yer alıyor duygular hayatınızda… Beyninizde daha az yer kaplıyor… Zamanınızdan daha az zaman ayırıyorsunuz…

Artık başka duygular giriyor sanırım hayatıma… Başka istekler… Başka gerçekler…

Bazı gelecek planlarımdan da vazgeçiyorum yeni şeyler yaşadıkça… Aslında bazılarından üzülmüyorum da… Üzerimden yük kalkmış hissediyorum… Öyle bir gelecek planın olmayınca, ona dair hedef ve yüklerin de olmuyor…

Bütün bunlara sanırım biz “olgunlaşmak” diyoruz… Güzel bir şey mi? O kadar güzel olsa herkes küçüklere “bugünlerin kıymetini bilin…” demezdi herhalde…

“Senin yaşında olayım, 500 milyar borcum olsun…” Bu da büyük yalan ya, verelim o 500 milyar borcu sana, bakalım yaşayabiliyor musun o yaşı…

İşte o borçlar, sorumluluklar, yaşananlar, insanlar, dostlar, düşmanlar, güvendikleriniz, sevdiklerimiz, hayallerimiz, hayal kırıklıklarımız… Olgunlaştırıyor bizi…

Sezen AKSU’nun dediği gibi… “Hani herkes arkadaş, hani oyunlar sürerken… Kimse bize ihanet etmemiş, biz kimseyi aldatmamışken… Hani biz kimseye küsmemiş, hani hiç kimse ölmemişken… Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken… Eskidendi… Çok eskiden…”

Gerçekten de çok eskidendi… Ben hepsini unuttum… Unutturdu hayat… İlk başta saydıklarımla…

Yine de… Az önce duydum bir dizide… “Hayat güvenmemek için çok kısa…”

NUR ERDEM ÖZEREN

19.10.2009

4 Ekim 2009

112 - ÖSS Birincisi, Hayat Sonuncusu – 3

ÖSS’nin önce puansal sonuçlarından sonra, ardından da yerleştirmeler yapılınca iki ayrı yazı yazmıştım bu başlıkla… Şimdi de ek yerleştirme döneminde, hala “eğitim” konusu gündemdeyken, azalmış da olsa önemi şu sıralar, biraz da “sistem”e yapılan eleştirileri değerlendirelim, diğer bazı yorumlara cevap vermeye devam edelim istedim… Ve ne yazık ki ikiye bölemedim yazıyı… Çok bütünlük içinde aktı gitti hepsi… Şimdiden affınıza sığınıyorum bu uzun yazı için…

Eğitim sistemini suçlayanlar bol… Sistemi suçlamak çoğu zaman yersiz geliyor bana… Sistemi eleştirmek kurtarmıyor bizi hayatta çünkü… Hayatta çuvallayınca “aman yazık sistemdenmiş” demiyor kimse… Hayat bahane kabul etmiyor ne yazık…

Harika bir tespit yapmış aslında bir arkadaşım… Olmayan bir şeyi değiştiremezsin! Bizde “eğitim” sistemi yok çünkü… “Sınav sistemi” ile “eğitim” sistemi değiştirilmez… Bizse onun için uğraşıyoruz…

“Öğretim” sistemi “değiştiriliyor” sadece… Köklü değişiklik de yok… Reform yok… Eğitim yok… Etik, ahlak ve benzeri kurallar öğretilmiyor… “Doğru insan” olmak, “hayatta” başarılı olmak, “insan” olmak öğretilmiyor… Ben de tam bunun için uzun vadeli bir hazırlık yapıyorum… İlgilenenlere de duyurulur…

“Hayat Okulu” açmak gerekiyor her sınıf seviyesindeki öğrenciler için… İlkokuldan Üniversiteye kadar… Hayata dair her şeyi, ailelerin öğretmesi gerekenleri, iş hayatında karşılaştıklarını öğretmek için… “İnsan” olmayı, “önemli” değil de “değerli” olmak için “hayat”ta öğrenilmesi gerekenleri öğretmek için…

Hepimiz demiyor muyuz bir genci görünce “size bunları okulda öğretmiyorlar mı?” diye? Evet öğretmiyorlar işte! Ne yazık ki…

Ya da işe gelen biri, iş hayatının kurallarını bilmeden düşmüyor mu kurtlar sofrasına?

İşte tam burada konu gencin robot ve inek olduğunu söylememe geliyor… Bunun için “kendine gelmesini beklemek lazım” diyordu bir arkadaşım yorumunda… 18 yaş kendine gelmek için çok mu geç? O günler geri gelmezken, geçip gittikten sonra, kendine gelse ne yazıyor…

Üniversite sınavında derece yapanlarla ilgili de hep iyi yerlere geldiğine dair bir savunması olmuştu aynı arkadaşımın… O “iyi yere gelmek” konusunun o adamların üniversite sınavında başarılı olmaları ile alakası olmadığı kanaatindeyim… Bence asla kriter değil… Aslında bu konuda hemfikiriz… İyi bir üniversitede okuyanlar hayata daha önden başlıyorlar, buna da katılıyorum… Ama bir sürü de iyi üniversite mezunu hiçbir şey olamamış insan var… Üniversite, insanın önüne çıkan onlarca fırsattan yalnızca biri, bunu bu kadar büyütüp gençliği karartmanın anlamı yok… Olay sende bitiyor çünkü… 22 – 23 yaşına gelene kadar mal mal yaşa hayatı, sonra keşfet kendini de adam ol… Olmuyor işte… Üniversitede lisede değil olay… Eğer öyle bakarsan, Galatasaray Lisesi mezunu olup adam olamamış kimse de yok… İsterse üniversite okumasın… Gerek yok… “Camia” yeter…

Birinci olanların sonraki hayatlarına dair bir programdan bahsetmiş bir arkadaşım da… Evet aralarında işsiz bile var… Vasıfsız bir birinci eninde sonunda çuvallayacak, vasıflı bir sonunca ise eninde sonunda ön plana çıkacaktır… Ben buna inanıyorum…

Dershaneler hep çıkardıkları birincilerin reklamını yapıyorlar… Oysa oraya herkes aynı parayı veriyor… Hiç düşünmüyorlar birinci olmayanların ve velilerinin düşüncelerini… Birinci olamadıysan kenara… Bereket versin…

Son Tercih Dönemi’nde İstanbul’daki seminerlerde yaptığım bir tespiti paylaşayım sizinle… Adı büyük üniversitelerin iş ilanlarında adının özellikle belirtilmesi ile ilgili… İşe alımlarda öncelik tanınması ile ilgili… O iyi okullarla neden öncelik veriliyor sizce? Adı “büyük” olduğu için mi? Hayır!

O bahsedilen İ.K. uzmanları kendi okullarının mezunlarını işe alıyor öncelikle… Bir zamanlar sadece o “büyük” okullar ve oralardan mezunlar vardı… Şimdiki kadar çok üniversite yoktu… Üniversite sayısı çok azdı… Onlar mezun oldu, “büyük” şirketlerde işe girdiler, kendileri şirket sahibi oldular… O şirketlerle birlikte “büyü”düler… Şimdi kendi okullarının mezunlarını işe alıyorlar… O yüzden öncelik verilmesi…

Sırf bu büyük okulun verdiği vizyon takıntısı nedeniyle kimse bölümüyle ilgili alanda çalışmıyor… Tarih mezunu Finans şirketinde Genel Müdür Yardımcısı… ODTÜ Fizik, Boğaziçi Felsefe mezunu… İş dünyasında İ. K. “Uzman”ı… “Uzman!”… Evet olacak iş değil… Ben de bunun için iş yapıyorum işte… Zevkle…

Daha da ötesi, o alanda Yüksek Lisanslı… Gidiyor başka alanda çalışıyor… O güne kadar aklın neredeydi? Neden yıllarını başka alanda heba ettin o zaman?

O zaman üniversiteler ne işe yarıyor? Ya orada bir şey öğretilmiyor ilgili alana dair demek ki, ya da boşuna geçirilen, heba edilen zaman işte…

Madem her şeyi iş hayatında öğreneceksin, liseyi bitirince direk gir o zaman… Orada öğren…

Finans Doktorası yapmış olan Pazarlama Müdürü ile çalıştım ben… Doktora! Pazarlama’yı çalışırken öğrenen… Ama rakamlarla Pazarlama yapan… Bütçelerle… İnsan olgusundan önce finansal değerleri irdeleyen…

Bu örnekler var diye doğrusu bu değil… Boğaziçi’nden mezun diye işe giriyor insanlar… ODTÜ’den Bilkent’ten mezun diye… Bölümüne bakmaksızın… Nasılsa ilgili bölümden mezun olan da hiçbir şey bilmeden geliyor düşüncesiyle… Vizyonu yeter, biz burada öğretiriz düşüncesiyle…

Evet sırf okulu için burs alıyor bazı gençler… Adı büyük okulda okuduğu için öncelik veriliyor… Konya Selçuk Üniversitesi mezunu üniversiteli değilmiş gibi sanki… Bütün burslar İTÜlü ODTÜlü Boğaziçililere…

Zamanla azalacak bu isim yazma durumu da… Ama emin olun, bir ODTÜlü, bir Boğaziçili’yi işe almaz kolay kolay… Fazla sosyetik olduğunu düşündüğünden belki de…

Bunlar gerçekler, ama doğru olanı bu değil ve bunun tam tersi yüzlerce örnek de ben biliyorum… Küçük üniversitelerden mezun yüzlerce başarı hikayesi, üniversite okumamışların yüzlerce girişimcilik başarısı var bildiğim…

Zaten artık değişiyor bu gerçekler de… Üniversite sayısı arttıkça… Hele ki vakıf üniversiteleri iş dünyası ile daha iç içe oldukça… Mezunlarına sahip çıktıkça… Büyük üniversitelerin tekeli kırılmaya başlandı bile…

Bir de üzerine Anadolu’daki üniversitelere o şehrin Anadolu Aslanları, KOBİ’leri sahip çıkarsa, üniversite kalitesi artacak tüm Türkiye’de… Her geçen gün…

Süper bir başka tespiti bir arkadaşımın… “İşini iyi yap” yerine, “iyi işi yap” ama nasıl yaparsan yap mantığı var… Ama o zaman da öyle hayal edilen paralar kazanılmıyor işte… Boş gezen ya da üç kuruşa talim eden mühendis, avukat vb. meslek sahibi insan var… Öğretmenler var boş gezen… Onlar sadece diploma sahibi aslında… Meslek sahibi değil… Vasıfsız birer diploma sahibi… Birçoğu… İstisnalar olabilir… Sistemden olabilir… Ama işte örneği… Hayat çuvallayınca bahane kabul etmiyor…

Ha bu arada! Üniversiteyi kazanan ve okullarına yerleşen gençler… Bu şöhret, ihtişam, ilgi, birkaç gün sonra bitecek demiştim… “Gerçek hayat” başlayacak demiştim… Nitekim öyle de oldu sanırım… Değil mi? Gerçek hayat başladı… Birinciyi unutalı çok oldu zaten de… Gündem değişti… Hayatınızın ilk unvan maçı sona erdi… Sonuç? Aşağıda…

En fazla birkaç hafta geçti sonuçlar açıklanalı… Şimdi sorun bakalım insanlara, nereyi, hangi üniversiteyi ve bölümü kazandığınızı hatırlıyorlar mı? Ailelerinize sorun bakalım, hangi arkadaşınızın nereyi kazandığını hatırlıyor… Kaçını… Zaten cevabında saklı bu boşuna unvan mücadelesi…

NUR ERDEM ÖZEREN

03.10.2009